Dış politikanın neresi değişsin?
Önceki gün bu köşede çıkan ve “Dış politikada ‘düşman azaltma’ zamanı geldi” başlığını taşıyan yazıya bazı itirazlar yöneltildi. En başta da somut olarak hangi dostluklardan ve hangi düşmanlıklardan söz ettiğimi açıklamamış olmam eleştirildi. Oysa söz konusu adresler üç aşağı beş yukarı belli diye düşünüyorum. Aslına bakarsanız mesele şu veya bu siyasi güçle ilişkilerimiz de değil. Mesele tercih edilmiş olan herhangi bir politikanın yürütülmesi için gerekli hazırlık ve donanıma sahip olup olmadığımız. Bir başka deyişle bu işin olmazsa olmazı olan bazı kuralların yerine getirilip getirilmediği.
Bir devletin dış politikasının hedefi milli menfaatlerin teminidir. En azından realist anlayışa göre böyle… Dış politikada “idealist anlayış” ise milli menfaatlerden başka kriterleri de esas alabilir. Ama bu politikaların uygulanmasında lazım olan araç ve gereçler söz konusu olduğunda her ikisinin de ortak noktası “güç” kavramıdır. Güç demek kabiliyet demek. Yeterlik de diyebiliriz. Yerine göre askeri, yerine göre ekonomik yeterlik... Politikalarınızı uygulama ve hedeflerinize ulaşma yeterliğiniz... Eskiden güç denilince bir ülkenin sahip olduğu askeri, siyasi, demografik ve ekonomik imkânlar anlaşılırdı. Şimdi artık “yumuşak güç” diye bir kavram da uluslararası ilişkiler literatüründe yer almış bulunuyor. Amerikalı siyaset bilimci Joseph S. Nye’ın literatüre kazandırdığı bu kavram kültürel ilişkiler vb. yollarla başka toplumları etkileme ve belli konularda ikna edebilme kabiliyetini anlatıyor.
***
Türk dış politikasında da özellikle son dönemde yumuşak güç unsurları yoğun biçimde kullanılmaya başlandı. Türkî devletlerle ve İslam dünyasıyla ilişkilerde bazı kilitleri açan unsur oldu yumuşak güç kullanımı. Ama hem kaba gücün hem de yumuşak gücün sınırları var. Hiçbiri her kapıyı açan sihirli anahtar değil. Çünkü dünyada tek başımıza değiliz. Belirli hedeflere ulaşmak için başkalarıyla işbirliği yapmak durumundayız. Dış politikada temel konu olan milli menfaatlerin sağlanması yolunda bazı güçlerle menfaatlerimiz çatışır, bazı güçlerle de çakışır. Siyasi ve askeri çatışmaların da, ittifakların da kaynağında bu durum vardır. Eğer bir ülkenin belirli konulardaki menfaatleri dünya üzerindeki geri kalan bütün siyasi güçlerle çatışmayı gerektiriyorsa o menfaatleri temin etmek epeyce zorlaşır!
Türkiye’nin dış politika alanında bugünkü görünümü bu bakımdan iç açıcı ve ümit verici değil. Hem komşularının tamamıyla hem bölge güçlerinin belli başlılarıyla hem de küresel güçlerle derin anlaşmazlıklar yaşayan bir ülke görünümünde Türkiye. Bunun tek istisnası mülteci kriziyle boğuşan Avrupa’yla oluşan konjonktürel diyalog zemini. Onun da istikbali belirsiz.
***
İşte ben “dış politikada ‘düşman azaltma’ zamanı geldi” derken bu tablonun değişmesi gerektiğini kastettim. İran’la, Mısır’la, Suriye’yle, Irak’la veya İsrail’le barışalım demedim. Zaten mesele kavga ettiklerimizin hangileriyle barışmamız gerektiği değil. Önemli olan dış politika hedeflerine ulaşmak için gereken kabiliyeti temin etmek. Eğer aynı anda çok cephede savaşmak zorunluğu bu noktada bir engel oluşturuyorsa düşman sayısı azaltmak çözüm olabilir.
Şunu da unutmayın ki Ankara’daki yönetici kadrolar değiştiğinde, yönetim anlayışı değiştiğinde, hatta rejimler değiştiğinde bile Türk dış politikasının hiç değişmeyen bazı “sabit”leri var. Bunları da Türkiye’nin jeopolitiği belirliyor.
Bu bağlamda epeyce zaman önce yazdığım başka bir yazıda şu ifadeyi kullanmıştım: “Türk dış politikasının iki temel konusu var. Biri Batı sistemi içindeki rolümüzün korunması ve geliştirilmesi. Diğeri ise bölgemizdeki güç denklemleri içinde milli çıkarların korunup geliştirilmesi. Bunun dışındaki hemen her şey siyasi retorik kapsamında görülmeli...”
Buradan devam edeceğiz…