Tek ülkede demokrasi çok ülkede otokrasi
Tek ülkede sosyalizm tartışmaları vardı bir ara Marksistler arasında. Lenin sonrasında enternasyonalist devrimcilik yerine Sovyet (Rus) devletinin milli çıkarlarını gözeten bir dış politika izlenmesini öngören Stalin’in görüşüydü tek ülkede sosyalizm.
Aslında bu yolla dünyadaki tüm sosyalist hareketlerin Rus kontrolü altına alınması hedefleniyordu. Devrimci yapılar kendi ülkelerindeki durum ne olursa olsun öncelikle Rusya’daki rejime destek olma yükümlülüğü altına sokuluyordu.
Tek ülkede sosyalizm yaklaşımı başta Troçkistler olmak üzere çeşitli gruplar tarafından Marksist teoriye aykırı diye hep eleştirildi. Yalnızca Marksist teoriye değil eşyanın tabiatına da aykırı olan söz konusu doktrin tek ülkede kapitalizm olsun demek kadar saçmaydı ve Rus devletinin gerçek ideolojisinin sosyalizm olmadığının da kanıtıydı.
Bu tartışmalarla geçen 70 yılın ardından Sovyetlerin dağılmasıyla “tek ülkede sosyalizm” görüşü de iflas etti.
Bahse konu tartışmayla doğrudan alakası yok ama “tek ülkede demokrasi”den veya “tek ülkede otokrasi”den de söz edemeyiz. Zira şu veya bu yönetim tarzına yalnızca belirli yerlerde ilgi gösterilmiyor. Bir ülkede olan başka ülkelerde de oluyor. Hatta bir tür salgın şeklinde yayılıyor siyasi rejimler. Moda gibi.
Denebilirse, şu ya da bu ülkedeki siyasi rejimlerin karakteri ister istemez dünya üzerindeki cereyanlardan etkilenerek şekilleniyor. Çünkü, tabiri caizse, her ülke diğerine örnek oluyor. Bilhassa küresel çağda.
İkincisi, toplumsal yapılar da tek ülkeye özgü olmadığından benzer toplumsal sorunlara sahip ülkelerde benzer toplumsal tepkilere ve benzer siyasi beklentilere rastlanabiliyor.
İşte bu yüzden, demokratik yönetim talebi de totaliter rejimlere destek de tek ülkede görülebilen eğilimler değil.
1930’lu yılların dünyasını ve bilhassa Avrupa’yı hatırlayın. Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini, İspanya’da Franco, Portekiz’de Salazar o dönemde totaliter rejimlere adını vermiş olan en bilinen örnekler. Bu listeye Macaristan, Polonya ve Romanya’nın ve tabii komünist ülkelerin de eklenmesi durumunda o günkü Avrupa haritasında totaliter modellerin ne derecede baskın bir renk oluşturduğu görülecektir.
Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında çekilen ekonomik sıkıntıların, kimlik bunalımlarının, kırılan milli gururların bazı toplumlar üzerindeki etkisi demokrasiden güçlü liderlik rejimlerine yönelişi getirmişti.
Hitler, Mussolini, Franco ve diğerleri bu dalga üzerinde sörf yaparak iktidara geldi. Rusya’nın başındaki Stalin zaten dünya için o anlamda daha eski bir kötü örnekti. (Daha öncesinde de daha sonrasında da bugün de Rusya’da durum hep aynıdır. Kuzey komşumuz demokrasiye pek meraklı değildir. Asya’nın genelinde de durum benzerdir. Bu da belki Witfogel’i doğrulayacak şekilde zorunlu olarak benimsenmiş olan bir yönetim geleneğinin yansımasıdır.)
Bugünkü atmosfere bakacak olursak… 1930’ların siyasi havasının geri geldiğine ilişkin yorumlara yol açan gelişmeler yaşadık geçtiğimiz yıllarda. Avrupa Konseyi tarafından yaptırılan bir araştırmaya göre son on yılda bazı ülkelerde otoriter rejim eğilimi iki katına kadar artmış durumda.
Dünyanın her tarafında bu dönemde otokrat liderler öne çıktı. ABD’de bile Trump gibi bir popülist iş başına gelebildi. Hindistan’da Modi, Macaristan’da Orban, Brezilya’da Bolsonaro, Arjantin’de Milei akla gelen diğer örnekler… (Asya’daki örnekleri saymaya gerek yok, dünyadaki hava nasıl olursa olsun oralardaki hava değişmiyor.) Türkiye’de iktidarın otokrasiye yönelişi de dünyadaki bu genel hava içinde değerlendiriliyor.
Bugün ise yeniden demokrasi ve özgürlükler ekseninde bir yönetim eğiliminin yükselişe geçtiğini düşünenler var… ABD’de bir sosyalist -üstelik Müslüman- siyasetçinin New York’a belediye başkanı seçilmesi bu yöndeki umutları arttırdı. Çok yakın zamanda Almanya ve Hollanda’da yapılan seçimlerde ortaya çıkan sonuçlar da bu umutları besleyen kaynaklar oldu.
Peki, gerçekten dünyada bir cereyan değişimi mi var, rüzgârın yönü değişiyor mu? Yoksa dayanağı olmayan bir beklenti mi dile getiriliyor?
Sözü edilen seçim sonuçları göz önüne alındığında, burada Gazze meselesi de belirleyici bir konu gibi görünüyor. Acaba insanlığın büyük bölümünün vicdanını harekete geçiren “Gazze duyarlılığı” küresel politik atmosferin ve eğilimlerin dönüşümünde bir kaldıraç işlevi görebilir mi?
2024 ortalarından bu yana Avrupa ülkelerinde gerçekleşen seçimlere bakıldığında Filistin meselesinin en önemli gündem maddelerinden biri olarak belirdiğini gözlemliyoruz. Kamuoyu araştırmaları yüzde 23 ila 31 oranlarında bir seçmen kitlesinin sandık tercihlerinde bu konunun da etkisi olduğunu gösteriyor. Altı ay kadar önce yapılan bir anket ise Avrupa kamuoyunda İsrail’e desteğin en dip seviyelere gerilediğini ortaya çıkardı.
Nitekim, İsrail lobilerinin en güçlü etkiye sahip olduğu ülkelerin başında gelen Hollanda’da gerçekleşen seçimde Filistin duyarlığının İsrail yandaşlığına galip geldiği görüldü.
Gazze vahşeti karşısında Batı ülkelerinde kamuoyu tepkisi yönetimleri de tutumlarını değiştirmeye yöneltti. İlk günden itibaren İsrail’in Gazze soykırımına tavizsiz şekilde destek verenler arasında önce Fransa, daha sonra İngiltere hükümetleri politikalarını radikal ölçülerde değiştirdi. Çünkü kendi toplumlarındaki siyasi desteği kaybetme riskini fark ettiler.
Trump da bunu fark etti aslında. Daha bir yıl öncesinde İsrail ordusunun “temizleyeceği” Gazze’de lüks tatil merkezleri yapmaktan söz ederken bugün bir barış planıyla sahneye çıkmasının bir sebebi de herhalde buydu. Ama inandırıcılık olmayınca olmuyor.
Tabii ki New York’ta ve diğer yerlerde Demokrat adayların kazandığı zaferi tek bir sebebe bağlamak ve buralardaki havayı ABD’nin geneline teşmil etmek yanlış olur.
Bununla birlikte, Washington’da esen rüzgârın bütün dünyayı nezle edebildiği küresel dünyada Mamdani olayı da “tek ülke”nin konusu değil.
Söz gelimi Türkiye’de bir kesim New York’un yeni belediye başkanını dinci, şeriatçı, Atatürk düşmanı diye yaftalamaktan geri kalmadı. “Şimdi böyle demokrat göründüğüne bakmayın, bir süre sonra içkili mekanları kapatmaya çalışırsa şaşırmayın” minvalinde uyarılar yapıldı.
Buna karşılık, iktidar taraftarları da Mamdani aleyhinde bir şeyler yazıp söylüyorlar ama onların derdi ne, tam belli değil. Belki de “tek ülke” problematiği çerçevesinde anlaşılması gereken bir kaygının dışavurumunu görüyoruz bu tepkilerde.
Ne var ki “Küresel politik atmosfer değişiyor mu?” sorusuna can u yürekten olumlu cevap vermek isteyenler de böyle bir ihtimalin gerçekleşmesini asla istemeyenler de kendi temennilerinin ötesinde bir şey söyleyebilecek durumda değiller henüz. Bir çiçekle bahar gelmez. “Tek ülkede bahar” olmaz.
