Baş örtülünün hakkı ile homoseksüelin hakkı

Biliyorsunuz, Kemal Kılıçdaroğlu çıkıp başörtüsü özgürlüğünü bir yasayla güvence altına almayı önerince ben dahil Türkiye’nin bütün siyasi analizci esnafı toplum mühendisi kesildik; bu hamlenin kime ne kadar oy kazandırıp kaybettireceğini konuştuk uzun uzun.

Ardından Tayyip Erdoğan’ın hamlesi geldi, eli yükseltip “Yasa yetmez Anayasa değişikliği yapalım” dedi; bu değişiklikte başörtüsüyle yetinmedi, içine ailenin kadınla erkekten müteşekkil olacağını ekledi. Sonra da bunu bir meydan okumaya çevirdi, “Var mısın, referanduma gidelim” dedi.

Gerek başörtüsü konusu, gerekse ailenin spesifik olarak kadın ile erkekten oluşacağının anayasaya yazılması, temel hak ve özgürlükleri ilgilendiren konular. Ve Türkiye’nin Cumhurbaşkanı bu temel hak ve özgürlük konularını referanduma sunmak istiyor. İnanılmaz bir şey.

Şimdi burada “inanılmaz” diye yazıyorum ama HaberTürk’te Nagehan Alçı yazmasa, hiç kimsenin aklına Tayyip Erdoğan ve Ak Parti’nin yapmaya çalıştığı bu vahim şey gelmeyecekti. İtiraf edeyim, ben de aklımı başka şeylerle o kadar bozmuş olmalıyım ki bu açıyı hiç düşünmedim.

Oysa temel hak ve özgürlükler referandumla oylatılan şeyler olmamalı. Bir şey hak ve özgürlükse bu konu tartışılmaz olmalı.

Başörtülülerin başını örtme hakkıyla homoseksüellerin kendileri gibi olma hakkını karşı karşıya getiren, birbirine rakip eden bu son teşebbüse bu açıdan eleştiri getirmek akla bile gelmiyor. Buradaki vehameti sergilemek de, muhalif kesimlerin en çok kızdığı siyasi analistlerden biri olan Nagehan Alçı’ya düşüyor.

Oysa evet, başörtülünün başını örtme hakkı ne kadar onun kendi gibi olma hakkıysa, kadın veya erkek bir homoseksüelin kendisi gibi olma hakkı da o kadar kendisi gibi olma hakkı. Başörtüsünün elbette dini inanç özgürlüğüyle de ilişkisi var, oradan da kaynaklanan bir hak ama dediğim gibi kendi gibi olma hakkında ortaklaşıyor iki konu.

Ve bizim iktidar partilerimiz şimdi bu iki konuyu sanki birbirlerine rakipmiş gibi karşı karşıya getirmeye, bir hak arayışıyla diğerini birbiriyle dövüştürmeye çalışıyor.

Herhalde bu oyuna gelinmeyecek, böyle bir şey olmayacaktır ama yine de bir zihniyetin ortaya çıkması bakımından yapılmak istenen şeyin özünü konuşmamız gerektiğini düşünüyorum.

Türkiye’de gerileyen yegane şey, demokratik standartlarımız değil. Özgürlükçü düşünmekten de vaz geçtik; karşımıza çıkan konulara özgürlükler açısından bakmıyoruz artık, onun yerine en fazla siyaseten kimin işine yarar kimin işine yaramaz diye bakmaya başladık. Bu tuhaf faydacılığı analiz etmeyi de bir marifet sanıyoruz.

Neden böyle olduk, nasıl olduk?

Adım adım geldi aslında. Örneğin 17-25 Aralıkta siyasetin kendini savunma ihtiyacı öyle ağır bastı ki, bazı hukuk kurallarını feda ettik, bazı mahkeme kararlarını uygulamadık o dönemde, bunların uygulanmamasını dert edenleri de “Paralel yapıcı” diye damgaladık.

Sonra 15 Temmuz geldi. İnsanların TV canlı yayınında linç edilmesini de, Anayasal güvence altındaki hakimlerin ensesinden tutulup hapse atılmasını da, ortada doğru dürüst delil yokken insanların müebbet hapse mahkum edilmesini de tartışamadık, itiraz ne kelime, konuşamadık bile.

Haklarımızdan, özgürlüklerimizden bir yerde gönüllü olarak, karşımızdaki kalabalıktan korktuğumuz için veya fena halde gaza geldiğimiz vaz geçtik.

Şimdi vaz geçtiğimiz şeyleri birileri bize hatırlatınca kızıyoruz; aslında kızgın değiliz, sadece kendimizden utanıyoruz. Bu utanç, bizi daha da sessiz olmaya, haksızlıklar karşısında dilsizliğimizi daha da büyütmeye neden oluyor.

Bugünlerde pek çok kişi ülkemizde demokrasinin yok olması tehlikesinden söz ediyor, bazıları “2023 son seçim olacak” diyor; ben de onlara katılıyorum. Zaten artık “seçimli otokrasi” seviyesine gerilemiş olan demokrasimizi hepten kaybedip yeniden 1946 öncesine, tek parti dönemi diktatörlüğüne gidebiliriz. Sansür yasası, televizyon karartma cezaları bu yolda ilerlediğimizin açık belirtileri. Kimse ağzını açmasın, iktidara “gözünün üstünde kaşın var” bile denmesin isteniyor.

Tabii Türkiye’de muhalefeti engellemek çok zor. Düşünün Atatürk’ün de muhalefeti vardı, bugün Tayyip Erdoğan’ın da var. Devlet aygıtı bir yere kadar ve bir süre için sokaktan çıkan sesleri bastırabilir, ülkeyi bir süre için dikensiz gül bahçesi gibi gösterebilir ama bir sınırı var.

Ama bugün böyle cümlelerle konuşuyor, yazıyor çiziyor olmamız bile büyük bir geri adım değil mi? Düne kadar hangi özgürlüklerin nasıl genişleyeceğini konuşuyorduk, bugün iktidarın bizi nasıl kısıtlayacağından söz ediyoruz.

Bana soracak olursanız hepsinin arka planında bizim gürültücü kalabalıklara yenilip özgürlüklerimizden ve özgürlükçü düşünce üretmekten vaz geçmemiz yatıyor.

Biz, bizim için en kıymetli olan şeyleri bu kadar kolay teslim edince, teslim alanların özgüvenlerinin artması ve daha fazla kısıtlayıcı olmak istemesi normal aslında.

Özgürlüklerimizden ve özgürlükçü düşünceden bu kadar kolay vazgeçip sonra demokrasi yokluğundan şikayet etmek, en hafifinden trajik bir akıl yarılması.

YORUMLAR (49)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
49 Yorum