Bir halkın suskunluğu
CUMHUR BÜLENT SÖNMEZ
Herkes konuşuyor; her önüne gelen Kürtlere ilişkin bir şeyler söylüyor. Hangi halkın kendisi hakkında bu kadar çok “konuşanı” var diye merak ediyorum. Kürtlerin avukatı o kadar çok ki...
Konuşma bir yana konuşanların alabildiğine rahat ve alabildiğine pervasız olduklarını görmek oldukça rahatsızlık verici. Konuşulanların yalan olması, iftira olması “halklar arasına düşmanlık tohumları ekme” gibi olumsuzluklar üretmesinin hesabı asla yapılmıyor. Konuşanlar hiç kimseye hesap vermemenin rahatlığı içinde konuştukça konuşuyor, konuştukça konuşuyorlar. Kürtlerin tarihi, statüsü, politik duruşu ve geleceği ile ilgili yüksek perdeden ahkâm kesen bu zümrenin bu rahatlıklarını nasıl anlamak gerekiyor?
Bunun anlamı derin bir suskunluğun göstergesi. Konuşanının çok olması bir halkın suskunluğunun en önemli belirtisi. Peki bunun sebebi ne?
Bu gerçeğin bize gösterdiği en önemli husus suskunluğun dehşet ve korkunun ürettiği bir sonuç olduğudur. Bu dehşet ve korku halkın bütün dinamizmini elinden almakta; dehşeti üretenlerin ürettiği şartlarla iradesizce savrulmayı getirmektedir. Son otuz yılda bölgede yaşananlara baktığımızda dehşet ve korkunun ruhların derinliklerine ne denli işlediğini anlamak hiç de zor değil.
Dehşet ve korku hali güvensiz, çok kişilikli, çok yüzlü insanların artmasını getirdiği gibi, bölgede güçlü olana boyun eğme gibi bir olumsuz durum da yaratmaktadır. Halkın suskunluğu birilerinin kendi adına konuşmasına müdahale etmeyi engellemekte; meydan, suskunluğu yaratan ortamdan beslenen bir asalak zümrenin bakışaçısına terk edilmektedir. Bu bakışaçası ne kadar yalan, ne kadar elden düşme, ne kadar ciddiyetsiz, ne kadar seviyesiz, ne kadar baskıcı olursa olsun ciddi bir tepki ile karşılaşmamaktadır.
Çünkü böyle bir ortamda konuşmaya başladığınızda ya dehşet yaratanların sözcüsü olacaksınız, ya da hain ve öteki damgasını yiyeceksiniz. Hakikate tanık olmaya soyunan birçok insanın bölgeyi bir biçimde terk ettikleri; terk etmeyenlerin ise ya susmayı seçtikleri ya da daha başka olumsuzluklarla karşılaştığını bilmeyen yok. Bu durumda konuşanlar sadece dehşet yaratanların sözcüsü olabilmekte; konuşanların söylemleri bölge gerçeği imiş gibi; bölgenin asli sorunu imiş gibi algılanabilmektedir. Bölgede faaliyet yürüten -ideolojisi ve hayat algısı ne olursa olsun- birçok kuruluş, dehşeti yaratan insanların bakışaçısına aykırı düşmemek; onlara yaranmak için alabildiğine ilkesiz, alabildiğine ciddiyetsiz davranabilmektedir. Devlet kurumları tarafından yapılan kimi yanlışların en küçüğüne bile çok şiddetli tepki gösterenler, devlet karşıtı silahlı güçlerin yaptığı en büyük zulümleri ve haksızlıkları görmezden gelebilmektedirler.. Bir ara İslami kimliği olduğunu düşündüğüm bir büyük kuruluş seçimler arifesinde Diyarbakırda “Suriye’deki katliamın sorumlusu Erdoğandır” diye bir bildiri yayınlamıştı. Gülelim mi ağlayalım mı?
Şu sıralar devlet aleyhtarı olmanın çok da tehlikeli olmadığı bilindiğinden, üstelik bu karşıtlığın bölgede kestirmeden kahraman olma gibi bir fiyakası olacağından insanlara dehşet salan muhalif güçlere yakın durmanın daha güvenli olabileceği hesap edilmektedir.
Devletin memurları dışında objektif konuşmanın imkânının ortadan kalktığı bir ortam bu.
Böyle bir ortamda yapılan seçimler de çok sağlıklı sonuçlar ortaya koymaktan uzaktır. Belinde silahı olanın konuşabildiği bir ortamda yapılan seçimlerin de ne kadar sağlıklı olduğuna varın siz karar verin. Bölgede tek yanlı bir propaganda; tek yanlı bir algı dayatmasının sandığa yansımasını dehşetin ve korkunun en fazla egemen olduğu yerlerdeki seçim sonuçlarına bakarak öğrenebilirsiniz.
Korku ve İhanet
İnsanın düşünme yetisini engelleyen üç tane temel nokta var. Cehalet, menfaat ve korku. Bu korku faktörüne çok dikkat etmek gerekiyor. İnsanlar kimi kere korku yüzünden egemen güçlerin borusun öttürmüş, güçlü olanın bakışaçısı doğrultusunda düşünmeye mecbur hissetmiştir. Bu içgüdüsel korku hakikati görmeyi engelleyebilmiş; hakikatin sesini duymaktan uzaklaştırmıştır insanları. Oysa en büyük ihanet hakikate yapılan ihanettir. Dehşet yaratanların amacı da budur zaten. Korku yoluyla hakikatin üstünü örtebilmek ve korku yaratarak kendisine yönelik eleştirilen önünü kesmek. Korku kitlelerin aklının devre dışı kaldığı bir ortam yaratmaktadır. Korkmuş kişi şaşkındır; doğruyu eğri, eğriyi doğru görebilecek bir zaaf içindedir. Kişinin en zayıf anıdır korku anları. Bu yüzden korkan kişi hakikati ifade etmek yerine kendisini korkutana yaranmak için her türlü yalanı savunmaktan çekinmeyecek hale gelmektedir. Çoğu kere bunun farkında bile değildir. Çünkü onu yönlendiren aklı değil, içgüdüleridir. Bütün canlılarda bulunan o derin hayatta kalma tutkusu.. Zarar göreceğine ikna olduğu güce yaltaklanmasının sebebi budur insanın. Bu öyle derin bir sarsılıştır ki kendisinden emin olduğuna alabildiğine saygısız, alabildiğine acımasız, alabildiğine saldırgandır. İşte anlam veremediğimiz dehşet veren olaylardan elde edilen kazanç budur. Dehşet içinde olmak aklı kullanma yetisini elinden alır insanın.. Silahı ilkesiz bir biçimde kullananların insanlar üzerinde hegemonya kurmasının anlamı da budur. Oysa insan olmak içgüdülerden akla yükselmekle, içgüdüleri insansal üstünlüğün aracı olan akletme durumu ile kontrol etmekle mümkündür. İnsanın hayata karşı ötekine karşı ve hakikate karşı borcu budur. İnsan olmak yiğit olmayı gerektirir. Ve en büyük ihanet hakikate yapılan ihanettir.
Susturarak egemen olma bir hayat algısıdır
Bu algıya sahip olan iki yaklaşım var; faşizm ve diyalektik materyalizm. Faşizm tek tipleştirme kavgasıdır; ya bana benzersin ya da yok olursun, ya seversin(ben ne konuşursam konuşayım susar kabul edersin) ya da terkedersin. Bu yaklaşımın suskunluğu dayatması kaçınılmazdır. Özellikle 90 lı yıllarda devlet adına üretilen dehşetten elde edilen sonuç da suskunluk üretmiştir.
Diyalektik materyalizme göre ise hayat zaten bir çatışmadır, çatışkı hayatın özü ve esasıdır. Bilinç özbilinç olmak için ölme öldürme kavgasına girmek zorundadır. Bu kavga varlığın en temel durumudur. Herkesin herkesle savaşı sözkonusudur. Doğruyu ancak gücü olanlar söyler. Ahlak, hukuk, din gibi kavramları belirleyen güç ve kuvvettir; egemenliktir. Bu yüzden kavga bir adalet kavgası değil, güç ve egemenlik kavgasıdır. Diktatorya herşeyi belirler..Diktatorya herkesin herkesle kavgası ile mümkündür. Hayatın diyalektiği çatışmadır. Ölme ve öldürme dışında bir yaşama pratiği yoktur.. vesaire..
O halde bu anlayış da insanı ya çatışmaya, ya da susmaya mahkûm edecek; dehşet ortamını canlı tutacak bir zemin yaratacaktır.
Dehşete mahkûm edilmiş bir halk susar elbette. Tektipleştirmek isteyen faşizm ve hayatı çatışma olarak algılayan Diyalektik Materyalizm arasında sıkışmış bir halk susar.
Bir müddet susar halk, bir müddet susar. Barbarlar suskunluğu kendilerinin haklılığına yorar. Ama son sözü daima halk söyler… Sırf bu yüzden bir halkın suskunluğundan korkmak gerekir. Bir halkın suskunluğunun son noktası zalimin devrilişinin ilk noktasıdır çünkü. Suskunluk her zaman kabullenme anlamına gelmez. Dünyanın birçok yerinde despotlar bunu acı tecrübelerle öğrenmişlerdir.
Halkın suskunluğunu kendilerinin haklılığı olarak yorumlayanlar ne acı bir yanılgı içinde olduklarını hep kısa zamanda öğrenmişlerdir.
Halkın konuşmasına imkân vermezseniz O bir biçimde konuşmasını yapacaktır. Aslında suskunluğun da çoğu kere bir konuşma olduğunu da unutmamak ve suskunluğun anlamını iyi kavramak gerekmektedir.
Bir halkı olumsuz durumlardan kurtarmanın yolu ona güven vermek onun konuşmasının önünü açmak ve onun sesini dinlemekle mümkündür. Çünkü susturmanın değil, konuşturmanın peşinde olanlar ancak hizmet ederler. Devrimciliğin de en sağlam yolu susmanın değil konuşmanın egemen olmasını sağlayacak bir zemin için hamleler yapmaktır. İnsanları susturmayı esas alan her dünya görüşü ve yaklaşım biçiminin -özellikle son yüzyılda -insanlığa sunduğu trajediler herkesin malumudur.
Elinde güç ve egemenlik olanların halkın konuşmasını sağlama yoluna girmeleri halkın konuşmasının önündeki engelleri kaldırmaları hem kendi gelecekleri, hem de insanlık durumu açısından hayati önem arzetmektedir.
