Çocuğu gezdiriyorlar
Çocukluğum, 7-8 yaşlarım. Annem, babam ben Ege yollarındayız, biraz tatil, biraz dinlenme, sonrasında da Beyşehir’e varacağız; memlekete.
Babam yoldaki tabelada Bayındır’ı görünce “bir uğrayayım” dedi. Dedem babamın çocukluğunda Konya’dan İzmir’e göç ettiği zamanlarda bir süre buradaki zeytinyağı fabrikasında çalışmış, takribi 2-3 sene kadar kalmışlar.
Ben başımı arabanın duvarına yaslamışım, kendimle hayallerimle baş başayım.
Babam başladı; “Bir komşu teyzemiz vardı, ismi Mübeccel. Annem babam işe gidince bize bakardı, ilgilenirdi. Evlerimiz aynı avluya bakardı.” Çocukluğundan seneler sonra geldiği hallice gelişmiş Bayındır’ın sokaklarında geze geze, kalp yordamıyla evi buldu. Kapıdaki tokmağı vurdu, beklemeye koyuldu. Bir bilen vardı elbet, Mübeccel teyze nerede?
Yaklaşık 3-4 dakika sonra elinde bastonu, kalkıp gelmesi bu zamanı alan yaşlı bir teyze belirdi. “Kimsiniz evladım?”
Babamın sesi titredi “benim ben Necati” dedi. Mübeccel teyze hafızasını da gelinlik sandığı gibi rafa kaldıralı çok olmuştu. Sağ elini gözlerinin üzerine kasket yaptı, inatla babama baktı. Bir süre sonra “Necatiiii” dedi “seni gözlerinden, göz çukurundan tanıdım.”
Sonrası zaten şelale. Çocuklar zeytinde, beybaba öleli o kadar çok olmuş ki dirilmesi yaklaşmış. “Bir gelen olu mu diye bekleyiveridim de senin gelceeni hiç ummuyodum be Necati.”
İşte zamana vefa duymanın adı koyduğum, unutmamanın güzelliğini iliklerime kadar hissettiğim, çocukluğuma ait o yaz ve sonraki yazlar, anılar, görüntüler, bir kitabı okurken yeniden dirildi…
“Çocuğu Gezdiriyorlar- Ömer Erdem”
Bilirsiniz; çocukluk anılarının anlatıldığı kitaplar aslında -genellikle- çocukluğu anlatmaz, o zamanın tam kalbinden konuşan kitap yok denecek kadar azdır… Fakat bu sefer farklı, oradan koşup gelmiş bir çocuk anlatıyor…
Daha ilk sayfalarda suyla beliren kabuklu bir yarayla başlıyorum;
“Çocukluk su dolu bir kovadır...”
Bu cümle öyle yoğun bir cümle ki… Asla bir benzetme değil, hâlin tespiti. Su burada serinletmiyor, arındırmıyor, taşıyor ancak kontrol edilemiyor. Çocuk çünkü dünyayı ölçmez, eksiltmez, hesaplamaz; kovası doludur. Yetişkinlik fakat, böyle midir? Bu doluluğu tehlikeli bulur; taşmasın ister, sınır koyar. Oysa taşmayan şey canlı değildir. Kitap işte bu taşma halinin, canlı, yaşıyor olmanın izini sürüyor. Henüz yitirilmiş, ölmüş hiçbir yanı olmayan o capcanlı zamanın izini…
Tüm bu duyguların yaşandığı topraklar olan Meyre’yi anlatıyor… Meyre’den ayrılıp da başka yerlerde yaşamaya başlayınca dünyayla kurulan ilişki nasıl da değişiyor ve bu ilişkinin panoraması ne kadar apaçık anlatılıyor bu kitapta …
Çocukluğun çıkmaz sokağı, büyük zamanların sorusu geliyor akla; “çocuk Tanrı ile konuşur mu?” Bu sorunun hikayesi kalbimin tam orta yerine, kitabın da en güzel yerine bırakılmış bir mühür gibi. Mührü sapı söğüt ağacı olan paslı bir çakıyla kazıyorum.
Fakat yazar bu kısımda Tanrı’yı anlatmaya kalkışmıyor ki hatta çağırmıyor da. Daha en başından yazarlık refleksinin o en tehlikeli konumundan geride durmayı bilmiş. Çünkü deneyimlemiş; Tanrı, zihin dünyasında açıklanacak bir fikir değil, çocukluğun içinde hâlâ titreşen bir sezgi… Bu çocukluk Tanrı’yla konuşulan bir çocukluk değil, onunla aynı boşlukta durulan bir çocukluk bir defa. Bu yüzden yaratıcı, kitabın içinde de bir öğreti olmaktan çok hâlin kendisi olarak karşıma çıkıyor. Ömer Erdem, bunu bilerek yapıyor, zira biliriz ki çocukluğun dili açıklamayı değil, yakınlığı taşır. Bunu bize anlatıyor.
Oyunun içinde, gecenin kıyısında, rüyanın kararsızlığında… Bütün hâliyle görünmeyen, parça parça hissedilen bir imanı anlatıyor. Bu tamamlanmış eksiklik çocuğun algısının doğası ya işte yazar bunu bilerek bozmuyor. Bütünü dayatmıyor. Okura da “tamamlanmış” bir Tanrı sunmuyor, sezgiye alan açıyor. Biz oradan nasıl olsa bütüne ulaşacağız, biliyor…
Elektriğin olmadığı kasaba, televizyonun henüz hayata girmediği zamanlar, tüm bunlar geçmişe uzanan perdemiz olarak nostaljik bir fon değil, gürültünün henüz dünyayı ele geçirmediği bir eşik bu kitapta. Tanrı burada sonsuz fıkıh, kelam kitaplarının, ansiklopedilerin bilgisi olamaz; bilakis henüz parazitlenmemiş dünyanın ta kendisi. Bu sebeple O’nu sessizliğin içinden çağırıyor ve bizimle buluşturuyor. Çünkü çocuklukta iman, kelimelerle kurulmaz, ortamla kurulur.
Fakat korku geldiğinde yazı sertleşir, ev, güvenli bir yer olmaktan çıkar ya. Gece büyür, sesler çoğalır. İşte tam burada yine Tanrı’yı göğe doğru yükseltmiyor, çocuğu da Tanrı’ya yaklaştırmıyor. Çocuk babaannesine gidiyor ve bu tercih tesadüf de değil çünkü yazar biliyor, tıpkı balığın da düşünmeyip bildiği gibi: Çocuk için Tanrı, en çok sığınılan yerde hissedilir, çocuk korkusundan kurtulurken bir cümle kurmaz, dua dahi etmez. Sadece sokulur. Ve bu sokulma, Tanrı’ya dair en sahici bilgidir.
İşte bugün hâlâ bir bağlılık varsa ve en şedit yerlerde dahi kopulamıyorsa, o sığınılan yerde kalan eminliktir. Adını koyamadığımız fakat kaybolmadığını sezdiğimiz o eski güven duygusu… Bu daha nasıl anlatılabilir ki…
İşte bu hissi ancak kitabı okuyan anlayabilir. Belki de bu yüzden okurdan bir şey istemez ne hatırlamasını bekler ne anlamasını ne de adlandırmasını. Yalnızca içinden geçen o eski sızıya bir anlığına izin vermesini ister.
Ömer Erdem’in dili bu dünyanın hakkını veriyor. Cümleler dolaşıyor, duruyor, geri dönüyor. Çünkü çocukluk doğrusal bir hatıra gibi işlemez, metin ilerlemez, derinleşir. Bir kova, bir deniz kenarı, bir kasaba adı üzerinden hep aynı yere, insanın ilk bakışına dönüp duruyor.
Kitap bittiğinde şunu hissediyor insan. Bu metin çocuklar için yazılmamıştır. Çocukluğunu tamamen geride bıraktığını sanan yetişkinler için yazılmıştır. Çünkü çocukluk geçmez, yalnızca derine iner.
Bir gün bir cümlede, bir yol kenarında, bir kovaya bakarken yeniden yüzeye çıkar.
Kova hâlâ doludur.
Biz bakmamayı öğrenmişizdir.
