Bir halkın yalnızlığı
CUMHUR BÜLENT SÖNMEZ
Bir halkın yalnızlığı bir insanın yalnızlığına benzemez. Bir insanın yalnızlığı çok uzun sürmez. Çoğu kere bilinçli bir seçimdir bir insanın yalnızlığı. Oysa yalnız bırakılır halklar. Önce yalnız bırakılır. Bu yalnızlaştırılma süreci aidiyetlerden koparılma ile başlar. Toprağıyla, an’anesiyle, geçmişiyle, birlikte yaşadığı insanlarla bağları koparılır. Yalnız kaldığını fark edemez çoğu kere halklar; çevresinde kendisine yalnızlığını göstermeyecek bir duvar örülmüştür çoktan. Yalnız kaldığını hissettiğinde kendine dost görünenlere yönelir. Ama çoğu kere artık eski bağlar çoktan kopmuş; iş işten geçmiştir.
Sömürgecilik tarihi yalnız bırakılmış halkların acı hikâyeleriyle doludur. Efendi önce halkı kendisine yabancılaştırır ve sonra kurtarıcı edasıyla gelir.
Bunları düşününce Türkiye’de Kürtlerin derin bir yalnızlığın içine çekilme çabalarını görüyorum. Bir tür toplumsal proje sanki bu. Genel olarak gözlemlediğimde Kürt gençlerinin herhangi bir aidiyet duygusuna sahip olmadan yetiştirildiklerini görüyorum. Ay yıldızlı bayrak düşmanlığı, Türklerin Kürtleri sömürdükleri, Kürt topraklarının Araplar Farslar ve Türkler tarafından bölüşüldüğü yolunda bir yığın elden düşme yaklaşımla hayata baktıklarını görüyorum. Hatta Zerdüşt olduklarını aslında Müslüman olmadıklarını zorla Müslüman yapıldıklarını iddia eden bir çevre bile var. Dahası da var. Kürtlerin aslında bu toprakların yerli halkı olan Ermenileri katlettiklerini ve onların toprağı üzerine oturduklarını iddiasını da her fırsatta dile getiren Kürt ulusalcılarının haddi hesabı yok. Aslında bu tablonun daha da vahimi var… Kürtlerin silahlı güçleri olarak lanse edilen güçlerin söylemleri dışında söylem geliştiren herkesi, devşirme Kürt ve hain Kürt gibi nitelemelerle devre dışı bırakma çabaları da var. Örneğin “AKP’nin kürdü” ifadesinin bir ötekileştirme aracı olarak kullanıldığı herkesin malumu. Sadece Kürtlük bile yetmiyor görüyorsunuz. O bile bir aidiyet değil.
Şimdi bu tabloya baktığımızda bir halkı halk yapan hiçbir aidiyetin olmadığını görmemek mümkün değil. Yapılan propaganda ile zihni allak bullak olmuş Kürt gençlerinin Bayrağı yok (Türklerin), toprağı yok(Ermenilerin), İslamı yok (köken olarak Zerdüşt olduklarını söylüyorlar (!)), dostları yok (Türk Arap ve Farslar onların düşmanı ve kendi gibi düşünmeyenler da hain) ? Peki, soruyorum size Kürtleri bu coğrafyaya ait kılan ne? Böyle bir halk bu coğrafyada yaşayabilir mi? Bu anlayışla ortaya çıkan insanların bölgede kendileri ile bile geçinmeleri mümkün mü? Böyle bir halkın bu topraklarda varolma şansı var mı?
Kürt toprakları üzerinde emelleri olan insanlar için Kürtlerin bir obje olarak görülmesi doğal görülebilir. Eğer siz Ortadoğu’yu tasarımlamak istiyorsanız elbette oranın etnik, sosyal, kültürel ve siyasi durumlarını iyi analiz etmeniz gerekmektedir.
Kürtler bu açıdan hem yaşadıkları coğrafya hem de siyasi kimi sorunlar sebebiyle özellikle 80’lerden1 sonra daha bir önem kazanmışlardır. Yapılması gereken ilk iş halkın aidiyet duygularını ortadan kaldırıp toprağına yabancılaştırmaktır. Bu asırlarboyu yapılmış ve Afrika da bu şekilde sömürülmüştür.
Sorun eksenli yalnızlaştırma çabaları ile ortaya konan söylemler Kürt mahallesine pazarlanırken öte yandan yani Kürt olmayan bölgelere de başka bir anlayış pazarlanmaktadır.
Tektipleştirme çabalarında ilkellik imajının yeniden üretilmesi
Çocukluğumuzdan Afrikalılardan İlkel vahşi barbar hatta insan eti yiyen yamyamlar olarak sözedildiğini işitmişsinizdir. Kızılderilileri kelle avcısı ve kafa derisi yüzücüsü olarak anlatmışlardı. Türkiye medyasının Kürt imajı yoğun göç veren illerden Batı illerine giden mağdur insanların oluşturduğu imaj ile perçinlenmiş olsa da aslında Kürtlerin bu toplumda halden anlayan ve geleneklerine bağlı insanlar olduğunu herkes bilmektedir. Ancak gerek
Sinemada ve Medyada Doğu imajı çok farklıdır. Bu imajda: “Ağalar, satılan kızlar, cehalet, çarpık ilişkiler, sahte şeyhler, çok eşlilik, vesaire gibi imgeler çokca kullanılmaktadır. Bu imaja en çok katkı sunan Kemal Sunal filmleri ve Levent Kırca olmuştur. Kemal Sunal filmlerinin senaryolarının çoğunu Aziz Nesin ve Uğur Mumcunun yazdığını iddiası bir yandan şaşırtmakta bir yandan meseleyi anlamamıza katkı sunmaktadır. Bu iki yazarın insan ilişkilerine nasıl baktıklarını anlarsak Doğuya nasıl baktıklarını da anlamış oluruz. Ben bu işin ayrıntısına girmiyorum.
Konyada bir arkadaşın tayini Doğuda bir ilçeye çıkmıştı. Yanındaki “bu ilçenin adını duyunca aklına ne geliyor” diye sorunca O “kıllı kıllı adamlar geliyor aklıma” demişti. Medyada Doğu imajı öteden beri hasarlı. Yeşilçam bu imajı epeyce çarpıttı ve sömürdü.”
Bu imajın Kürtlerin yalnızlaştırılmaları çabasına önemli katkılar sunduğuna kuşku yok. Bilinçli ya da bilinçsiz bu çabalar Kürtlere bakışı olumsuz yönde etkilemiş ve bütün Kürtler yeme içme bilmeyen, kaba saba insanlar olarak betimlenmiş; bütün yaşanan olumsuzlukların sorumlusu olarak onların cehaleti gösterilmiştir.
80'li yıllardan sonra bölgeden giden özellikle kırsal kökenli sesi güzel türkücülerin bu imajı pekiştirecek malzemeler sunması da işin bir başka boyutu.
Memleketlim bir arabeskçi, ya da geri kalmış bölgenin geri kalmış cocuğu
Savaş Ay’ın programında gördüğümde birine benzettiğimi düşünerek dikkatle izlediğim adam meğer benim çocukluk arkadaşım “………”mış. Küçükken çok yanık sesli bir arkadaştı. Zaman zaman oyun oynarken mahallenin genç kızları onu yanımızda görünce bizi evlerine çağırır, o da elini kulağına atarak yanık türküler söylerdi. Sayesinde bisküviler yer ve mahallenin ablaları nazarında kendimizi önemli hissederek tuhaf bir gururla gezerdik.
Sonra İstanbul’a gitmiş bir çok besteler yapmış veasire. Fakat Savaş Ay ona ‘hayat hikâyeni anlat’ dediğinde “Ya Savaş Abi ben İstanbul’a geldiğimde ayakkabım delikti, altından su alıyordu, çok zor durumdaydım, kapıcılık yaptım vesaire” diye konuşmaya başlamaz mı? Duymak istenileni konuştuğunu anlamıştım. Oysa hem kendini hem de ailesini iyi biliyordum. Onu delik ayakkabıyla İstanbul’a yollayacak kadar hamiyetsiz olmadığımız gibi, onu ele güne muhtaç etmeyecek kadar da severdik. Ailesi de o kadar fakir değildi.
Peki, o neden böyle bir konuşma yapma gereği duymuştu. Yani Doğu fakirliğin, cahilliğin, çaresizliğin yurdu anlayışını pekiştirip bu anlayıştan prim yapma uyanıklığı mı? Bilmiyorum...
Bir yaz döneminde memlekette onu sorduğumda , “o yalancıyı bize sorma” dediler en yakın arkadaşları. Belli ki o bütün arkadaşlarının onurunu incitmişti. “Onun delik ayakkabısı olsaydı biz bunu mutlaka bilir ve ona mutlaka on tane ayakkabı alırdık” dediler.
Batının köylülerinin, fakir insanlarının bile Doğu kentsoylusuna acıyarak baktıkları süreç böyle gelişti; geliştirildi. Doğu arabeskçilerle ve mağdur insanlarla tanınır oldu.
Peki, hiç mi sorun yok?
“İnsanlık tarihi komplolar değil sorunlar tarihidir” diyor bir yazar. Yani bir yerde komplo varsa orada mutlaka sorun vardır. Sorunu görmeyip komplolardan sözetmek en önemli yanılgılardandır.
Kürtlerin yaşadığı bölgede sorunsuz bir coğrafyadan sözetmek aptallık değilse ihanettir. Ama sorunun çözümü için ortaya konan çoğu şey aslında sorunun önemli bir parçası. Yani aslında sanki sorunu kalıcı kılmak için üretilen bir şey. Yani sorunu çözme çabası aslında sorunu kalıcı kılma çabası olarak ortada durmaktadır.
O halde sorundan sözedenlerin çözümde kullandıkları argümanlarının ne olduğunu tespit etmek önemlidir. Yukarıda sıraladığım bakışaçısı Kürtlerin sorununu çözebilir mi? Yoksa bu sorunu daha derin ve kalıcı mı yapar? Kürtleri bu coğrafyada yaşama imkânını ehlinden alan bu yaklaşımların ardındaki amacı fark etmeyişinizi sağlayan şey sizin sorun eksenli düşünmenizdir. Sorun eksenli düşünürken aslında bir an kendinizin bile sorun haline geldiğinizi görmenizi bile fark etmez olabilirsiniz. O halde sorundan sözedenlerin hangi çözümleri öne sürdüğünü ve bu çözümlerin sorunu ortadan kaldırma gücü olup olmadığını iyi irdelememiz gerekmektedir.
Özellikle Diyalektik Materyalizmden beslenen bir anlayış sınıf ve etnik çatışmalardan medet umarak karşıt güçlerin savaşından devrim türeyeceği gibi anlayışla meseleye eğilmişlerdir. Bu çevreler her tür mağduriyeti kendi propagandaları için malzeme olarak kullanmayı iş edinmişlerdir. Bu noktada Marxist Leninist guruplar Kürtlerin yaşadıkları bölgenin mağduriyet açısından çok elverişli olduğunu fark etmişlerdir. Bu noktada bütün güçlerini buradaki varolan mağduriyeti oldukça abartarak kullanmak ya da yeni mağduriyetler üretmek üzerine yoğunlaştırmışlardır. Bu noktada Kürtlerin kendilerine ait olan her şeyi görmezden gelerek yeni bir Kürt imajını Ülkeye pazarlama noktasında çok da zorluk çekmemişlerdir. Faşizmin tektipleştirme çabalarının ürettiği mağduriyete karşı herkesin herkesle savaşı tezi bölgenin bir bilinmezliğin kucağına itilmesini getirmiştir. Yüzbinlere varan can kaybı, on milyonlara varan göç her ailenin mağduriyetten bir biçimde pay almasını getirmiştir.
O halde Faşist ve Diyalektik Materyalist anlayışın sorun çözme özellikleri bulunmamaktadır. Birisi tektipleştirme çabasıyla büyük zulümlere kapı açarak insanların kin ve nefretini kazanmakta öteki ise zaten hayatı bir savaş ve çatışma olarak görerek barış gibi bir amaç taşımamaktadır.
Peki, çözüm ne?
Bir kere Kürtler aidiyet sorunlarını gidermek durumundadırlar. Kendilerine bu topraklarda ortak kaderi paylaşmış insanlardan başka dost olmayacağını bilmelidirler. Asırlar boyu altında yaşadıkları bayraklarına sahip çıkmalı onları ikidebir tehdit olarak sallayan kirli ellerden almalıdırlar.
Kendi kültürel değerlerine sahip çıkmalı her sorunun silahla çözüleceği yanılsamasından kurtulmalıdırlar. Bu konuda Kürt bilgelerinin sözlerine kulak vermeli, 19. yüzyılda üretilmiş elden düşme ideolojilerin dünyada hiçbir halkın derdine derman olmadığını anlamalıdırlar.
Kendi tarihsel ve kültürel değerlerinin farkında olmalı, gelenekle bağlarını koparacak hiçbir yaklaşıma prim vermemelidirler.
