Çözüm Sürecinin Serencamı-7 Devlet ve Hükümete Yönelik Eleştiriler

Türkiye’nin toplumsal dinamikleri göz önüne alındığında Hükümet ciddi bir siyasi risk alarak çözüm sürecini başlattı ve azımsanmayacak derecede önemli işlere imza attı. Bir önceki yazıda yapılan işleri tek tek yazarak bunlara dair siyasi okuma yapmaya çalıştık ve Ak Parti açısından süreç yönetiminin mantığını anla(t)maya çalıştık. (http://www.karar.com/m-emin-ekmen/cozum-surecinin-serencami-6-yapilanlar-devlethukumet )

Hükümet, çerçevesini siyasi bir akılla çizerek yapmış olduğu bir çok işi anlatamadı, moral ve söylem üstünlüğünü hiçbir zaman tam olarak tahkim edemedi, bunun sonucu olarak da sürekli olarak eleştirilere maruz kaldı. Bazen öyle bir tablo oluştu ki süreci destekleyenler de karşı çıkanlar gibi eleştirilerde bulundu. Oysa bir tarafın eleştirisi diğerinin kaygısı oldu hep, Hükümet de bu sıkışmışlık içerisinde fotoğrafın bütününü vermekten ziyade, “ölümlerin ve kanın durmasının değeri üzerinden” çoğu zaman savunmada kaldı.

Süreç yönetimi'nde Hükümete yöneltilen bazı eleştiriler şunlardı;

1. Kalekol ve Baraj inşaatları

Sürec’in ilanından sonra yapılan ilk eleştiri Hükümetin Kalekol ve Baraj inşaatlarını devam ettirmesine yönelikti.

“Madem barış olacak o zaman neden karakollar yapılıyor?” “Karakol inşaatı, sürecin ruhuna aykırı değil mi?” “Devlet çatışmasızlık ortamından faydalanarak yaptığı bu inşaatları durdursun” diye özetlenebilecek yoğun itirazlar oldu. Bu amaçla yapılan eylemlerde Lice örneğinde olduğu gibi can kayıpları yaşandı.

Hükümet kaynakları, bu eleştirilere; devam eden inşaatların tamamının 2007 Dağlıca, Aktütün, Hantepe baskınlarından sonra yapılmış ihaleler olduğunu, bu yapımları durdurmalarının yasal olarak mümkün olmadığı cevabını verdiler.

Baraj ve kalekol inşaatlarına yönelik eleştiriler aslında kitleyi mobilize etmenin ve süreç yürüse bile tabanı hükümete karşı duyarlı kılmanın bir yoluydu.

Karakollar Devlet için egemenliğin ifadesi olduğu kadar Kamu Düzeni için de olmazsa olmazdır. Karakoldaki askeri gücün terörle mücadele yanında adli görevleri de vardır. Kırsal alanda sıklıkla karşılaşılan; kız kaçırma, hırsızlık, adam öldürme, arazi uyuşmazlığı gibi adli suçlara müdahale edebilecek başka hiçbir güç yoktur.

Diğer yandan karakol, devlet için, saldırı değil savunma hattıdır. Son olaylarda Duran Kalkan’ın da “Karakollara ve nöbet noktalarına saldırılmayacak” yönündeki açıklaması da bu görüşümüzü teyit etmektedir.

PKK veya başka bir güç karakollara saldırmayacaksa bu yapıların güçlendirilmesinden niye rahatsız olunsun ki? Bu itirazlar Ankara’da “Yoksa süreçte samimi değiller mi? Yarın bir daha karakollara saldırma niyetleri mi var da bu inşaatlara karşı çıkılıyor” şeklinde bir kuşku oluşturmuştur.

Baraj inşaatlarına karşı çıkış ise PKK’lıların geçiş güzergâhlarının kapatılacak olması ile ilgilidir. Demirtaş’ın askeri baraj açıklaması da bunun teyididir. Bu eleştiriler o kadar ileri gitmiştir ki; mesela PKK kurulmadan yıllar önce 1965’te planlanan Ilısu barajı için bile askeri baraj eleştirisi yapılabilmiştir. Oysa bu, gerçekçi değildir. Ak Parti hükümetleri Türkiye’nin sadece doğu güneydoğu’da değil 7 bölgesinde sulama ve enerji amaçlı olarak baraj proje ve inşaatlarına hız vermiştir. Diğer yandan bölgede baraj yapımlarının bir sebebi de sınır aşan sulara ilişkin olası politik tartışmalara karşı ön alma arzusudur.

2. Hasta Hükümlü ve tutukluların durumu

Cezaevlerinde bulunan hasta hükümlü ve tutuklulukların ciddi sağlık sorunlarına rağmen tahliye edilmemeleri, bir kısmının cezaevinde hayatını kaybetmesi en önemli eleştirilerden biri olmuştur.

Hükümet bu talebe olumlu yaklaşmış, önce bir yasa değişikliği ile sorunu aşmaya çalışmış. Yasaya rağmen bürokratik direnç devam edince; Adli Tıp Başkanı ve ilgili dairedeki başkan ve üye değişiklikleri ile yol almaya çalışmıştır.

Buna rağmen bazı ölümler engellenememiştir. Suçu ne olursa olsun cezaevlerinde devletin emanetinde bulunan tek bir mahkumun sağlık sebepleri ile can kaybının izahı yoktur. Sorunların çözümü için daha net tedbirler alınabilirdi elbette. Ancak hükümetin bu konuda iyiniyetli ve olumlu manada sürekli müdahaleci olduğunu, buna rağmen devam eden sorunların sistematik değil vaka bazında bürokratik sorunlar olduğunu açıktır.

3. Öcalan’ın Durumunun İyileştirilmesi

Sürekli olarak ileri sürülen konulardan biri de Öcalan’a ilişkin taleplerdir. Öcalan’a özgürlük, ev hapsine alınması, iletişim imkânlarının arttırılması, İmralı’ya sekretarya kurulması gibi geniş bir bandda ileri sürülen bu taleplerin daha çok kitleye yönelik propagandif yönünün olduğu açıktır.

Hükümet te Öcalan da bu talepleri hep duymazlıktan gelmiş, bir şekilde karşılarına bir soru çıkması halinde de taleplerin gündemde olmadığını net olarak ifade etmişlerdir. Hatta Öcalan, Sırrı Süreyya Önder’e bu konunun konuşulmasından duyduğu rahatsızlığı ifade etmiştir.

İletişim imkanlarının güçlendirilmesi ile İmralı’da bir çalışma grubunun oluşturulması, sürecin hızlanması için ihtiyaç duyulacak birer araç olabilir. Bunların kısmen karşılandığı da bazen iddia edilmektedir.

Ancak Dünya örnekleri de göz önüne alındığında çok ileri aşamalarda konuşulabilecek ev hapsi ve özgürlük taleplerinin sürekli gündemde tutulmasının sürece desteği azalttığı açıktır. MHP de sürece dair karşı propagandasını bölünme korkusu ve Öcalan’ın serbest bırakılacağı iddiaları eksenine oturtmuştur. Bölge gezilerinde akillerin önüne çıkan en büyük soru “Öcalan serbest bırakılacak mı?” sorusu olmuştur. Bu soruyu dolaşımda tutan güç, örgütün ve MHP’nin bu yöndeki zıt propagandalar ile konuyu gündemde tutmalarıdır. Bu örtüşme bile PKK/HDP cenahını uyandırmamış, özensiz bir şekilde sürece zarar verecek bir tutumla bu söylem sürdürülmüştür.

4. Barış Dili Kullanılmadığı Eleştirisi

2011-2012 Devrimci Halk Savaşı ile başlayan sertleşme doğal olarak siyasetin dilini de vurmuş ve karşılıklı olarak oldukça sert bir söylem hakim olmuştur. Sürecin başladığı dönemde Hükümet’e yöneltilen en büyük eleştiri de bu husus olmuştur.

Hükümet temsilcileri ve Başbakan Erdoğan 2013 Ocak ayından itibaren tedrici olarak esaslı bir dil değişimine gitmiş ve Nisan Mayıs aylarına gelindiğinde bu yöndeki eleştiriler son bulmuştur. 7 Haziran kampanyasına kadar da bu durum önemli ölçüde korunmuştur.

Bir çok konuda olduğu gibi bu konuda da Hükümet’e yöneltilen “Barış Dili” talebinden Örgüt yöneticileri adeta muaf tutulmuştur. Geri çekilme sürecinde sürekli olarak “şu talep gerçekleşmezse savaşı başlatacağız” şeklinde tehdit dili kullanan örgüte yönelik Kürt kamuoyu ve aydınlarının eleştiri getirdiği neredeyse vaki değildir. Oysa ki süreç iki yönlüdür ve Hükümet kadar belki de daha fazla Örgüt te her açıdan sorumludur.

Örgütün eleştiri kapsamının dışına çıkarılması, örgüte fili olarak bir “sorumsuzluk” ve “dokunulmazlık” üretmiş, bu durum Sürece büyük zarar vermiştir. Oysa birçok olay örgütün kamuoyunu yakından takip ettiği ve bir “meşruiyet” çizgisini korumaya çalıştığını göstermektedir. Burada sorun, bu meşruiyyeti dönemsel olarak “liberaller”, “ulusalcılar”, “merkez medya” “Kürt sokağı” ile senkronize etmeye çalışmış olmasıdır. Gezi olaylarında olduğu gibi, kısa bir süreyle de olsa, hükümetle de eşgüdüme dikkat edilmiştir.

Ezcümle Hükümet ve ilişkili yapıların örgüt ve yöneticileri tek başına eleştirmesi caydırcı değildir. Kamuoyunun bütün unsurları ve kamuoyu yapıcılar bir arada eleştiri ürettiğinde örgüt bunu dikkate almak zorunda kalmaktadır.

5. Zaman Yönetimi

Süreç eleştirilerinden biri de; Devletin gerekli adımları zamanında atmayarak süreci sürüncemede bıraktığı iddiasıdır. Bir önceki yazıda genişçe açıkladığımız üzere Hükümet ana başlık olarak 16 adım atarak süreçte önemli işlere imza attı. ( http://www.karar.com/karar-strateji/cozum-surecinin-serencami-6-yapilanlar-devlethukumet )

Ancak bu bağlamda şu eleştiri önemli ve yerindedir. Öncelikle daha önce ifade ettiğimiz üzere; Kürtler ve Türklerin sürecin kendisini değil, süreci yöneten iki ana aktöre duydukları güven ile süreci destekledikleri önemli bir tesbittir. Yani Erdoğan ve Öcalan’a duyulan güven sürece desteğin zeminini oluşturmuştur.

İnsanlar sürece dair ne konuşulduğunu ve ne gerçekleşeceğini hiçbir zaman öğrenemediler. Sürece destekte temel güdü bilgi değil inanç ise, bu inancı zedeleyecek olaylar gelişmeden hızlı hareket etmek birincil şart olmalıydı. Gelinen noktada örgütün süreç boyunca alan hakimiyeti sağlayıp silah depoladığı gerçeği de ortaya çıktığına göre sürecin uzamasına dair eleştirilerin önemi daha iyi anlaşılabilir.

Diğer yandan Kürt Meselesi gibi oldukça dinamik ve dış şartlara göbekten bağlı bir meselede hızlı hareket etmemek süreci dış müdahalelere açık hale getirir. Nitekim Gezi olayları, 17/25 Aralık Darbe girişimi ve Suriye’de yaşanan iç savaş süreci adeta kalbinden vurmuştur.

6. İzleme Heyetinin Kurulmaması

Diğer önemli bir husus ise izleme kurullarının kurulmamış olmasına yönelik eleştirilerdir.

Dünya örneklerine bakıldığı zaman bazen bir heyet, bazen de yabancı devlet temsilcilerinin süreçlerde gözlemci olduğu görülmektedir. Bu bağlamda Türkiye’nin Filipin devleti ile İslami Cephe arasındaki görüşmelerdeki rolü örnek olarak verilebilir.

Gelinen noktada Hükümet, bütün adımları attığını ancak PKK’nın geri çekilmeyerek ve kamu düzenini bozucu tahkimatlar yaparak sürecin ruhuna aykırı davrandığı eleştirisini sıklıkla ifade etmektedir. Kanaatimce bu durum bile İzleme Heyetinin gerekliliğine ve bunun Devlet/Hükümet lehine sonuçlar doğuracağına delalettir.

Ancak 3. bir göz savaşırken dahi barış diye bağıran bir örgütün sürecin “ruhuna” ve “gereğine” ne kadar uyduğunu deşifre edebilir.

Hükümetin de prensip olarak heyete karşı çıkmadığı, ancak geri çekilme ve kamu düzeninin tesisini, de facto bir ön şarta dönüştürdüğü söylenebilir. Hükümet, bu iki şart yerine gelmedikçe sürecin sağlıklı yürüyemeyeceği fikrinde ısrarcı olmuş, Bingöl saldırısı ve 6-8 Ekim olaylarını da bu görüşüne delil olarak sunmuştur.

6-8 Ekim olaylarından sonra Hükümetin “Geri çekilme gerçekleşmeyip kamu düzeni sağlanmadıkça sürecin buzdolabında olduğu” fikrini destekleyecek hiçbir yeni gelişme olmamasına rağmen 28 Şubat Dolmabahçe buluşması ile yeni bir durum oluşturulmuştur.

Bu buluşmada Öcalan’ın oldukça muğlak ve çoğu siyaset felsefesini ilgilendiren bırakın iki ayrı partiyi bir partinin bile üzerinde tam mutabakat sağlayamayacağı 10 maddeye dair görüşleri açıklanmıştır. Bunun ardından İzleme Heyetinin kurulacağına dair bir algı kamuoyunda oluşmuş, hatta Hükümete yakın yayın organlarında heyet üyeliği için bazı isimler telaffuz edilmiştir.

Böyle bir ortamda Cumhurbaşkanı Sn. Erdoğan’ın “İzleme Heyetine karşı olduğunu, İmralı’da bir masa olmadığını” ifade etmesi Süreç için yeni bir “durum” demekti. Hükümet bu çıkışı bir süre sessizlikle karşılasa da Erdoğan’ın ısrarlı duruşu ile bu söyleme uyum sağlamakta gecikmedi.

Sürecin neden bozulduğu kısmında bu açıklamayı daha derin tartışacağız. Erdoğan’ın bu çıkışı, Habur ve sonrasında olduğu gibi ancak kamuoyundaki ruh haline tercüman olma isteği ile açıklanabilir. Bu çıkış tolore edilerek zamana bırakılabilir ve ilerleyen dönemde izleme heyeti yeniden ele alınabilirdi.

Ancak öyle olmadı HDP’nin seçim kampanyasını “Seni Başkan Yaptırmayacağız” sloganı ile başlatması, 2013 Mayıs’ında pas geçtiği Gezi Dayanışması ile ittifakını Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oluşturarak devamında sürdürmesi Süreci belki de sonlandıracak yeni bir evreye taşıdı.

7- Siyasi Reformların Yetersizliği

Hükümete yöneltilen temel eleştirilerden biri de siyasi reformların yetersizliği idi. Bu eleştiriye 2 cevap verilebilir; birincisi Çözüm Süreci siyasetin önünü açmakla bir kapı aralama/açma girişimidir. Esas yapılması gerekenler silahsızlanma sonrasında gerçekleştirilecektir. İkincisi, Hükümet sadece başlıklar halinde çoğu kategorik olan 16 adım atmıştır. Zaten red inkar ve asimilasyon politikalarının sonlandırıldığı bir dönemde 3 temel sorun kalmıştır; anayasal vatandaşlık, anadilde eğitim ve güçlü yerel yönetimler.

Hükümet bir siyaset tercihi olarak siyasi konuları sürecin ve İmralı görüşmelerinin bir parçası yapmaktan kaçınmıştır. İsimlendirme dahi bu hassasiyetle yapılmıştır.

Siyasi başlıkların bugün masada olmayışı, konuşulmak istenmeyişinin, tarafların bu konuda fikir serdetmeyeceği anlamına gelmediği de açıktır. Bu konulara yaklaşımı görmek için TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na verilen tekliflerin çok önemli olduğunu ve bunların açık bir politika taahhüdü olduğunu düşünmekteyim.

Bu bağlamda AK Parti’nin bu komisyona verdiği madde tekliflerindeki şu dört başlık önemlidir:

1- Ak Parti Anayasa’nın etnik kavramlardan arındırılması yönünde önemli bir tutum almış, büyük tartışmalardan sonra, sadece başlangıç kısmında ortak bir tarih ve kader bağlamında “ Millet” kavramına atıfta bulunulmuştur.

2- Vatandaşlık kısmında anayasal vatandaşlık tanımı önerilmiştir.

3- Anadilde eğitimin önündeki anayasal engel olan 42. Madde/2. Fıkra teklif metninde yer bulamamıştır.

4- Son olarak da yerel yönetimlerin güçlendirilmesine dair açık bir tutum alınmıştır.

Bu başlıklar incelendiğinde; silahsızlanmadan bağımsız olarak önemli bir ilkesel duruş sergilendiği, diğer yandan silahlı mücadelenin sonlandığı bir Türkiye'de bazı psikolojik eşiklerin aşılacağı, özellikle yerel yönetim modellemeleri ve diğer başlıklarda çok daha rahat adımlar atılabileceği kanaatimi tekrarlamak isterim.

YORUMLAR (1)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
1 Yorum