Devletin 12 Trilyon TL borcu
Hazine ve Maliye Bakanlığına göre Merkezi Yönetim Borç Stoku, Temmuz 2025 itibarıyla, 12 Trilyon 45 Milyar TL’dir.
Bu borcun yaklaşık olarak %45’i TL ve %55’i de dövizdir.
Bütçeye borç stokunun faizleri için yaklaşık bir trilyon 950 milyar TL ödenek konmuş.
Soru: Türkiye gibi bir ülke için yaklaşık olarak 300 milyar dolara tekabül eden bu borç ve faiz tutarları yüksek midir?
Faizler: Enflasyonu %5’in altında olan ekonomilerde faiz ödemelerinin bütçeye oranının %15’i geçmemesi hedeflenir.
Türkiye gibi enflasyonu %25 ve üzeri olan ekonomilerde bu oranın %20’yi geçmemesi hedeflenir.
Şu ana kadar faizlerin bütçeye oranı %14 civarında; yani faiz yükü, kamu için bir problem değil.
Merkezi yönetim borçlarını sadece GSYH’ya oranlayarak başka ülkelerle karşılaştırmak yeterli olmayabilir.
Bu sakıncayı gidermek için merkezi yönetim borçlarını yani kamu borçlarını GSYH’ya ilaveten iki parametreyle daha karşılaştırdım: Bütçe Büyüklüğü ve Özel Kesim Servetiyle.
Borçlar: Türkiye’de borçların GSYH’ya oranı %25, Özel Kesim Servetine Oranı %7 ve Bütçe Büyüklüğüne oranı %82’dir.
Sonuç: Bu göstergelere göre Türkiye’nin borç seviyesi bütün OECD ülkelerinden ve akran ülkeler olan Brezilya, Malezya, Güney Afrika, Hindistan, Endonezya vs. gibi ülkelerden daha düşüktür.
(Türkiye’de Özel Kesimin Serveti konusunda yazdığım köşe yazısı tekrar okunabilir.*
Bu çalışmada, 2024 yıl sonu itibarıyla Türkiye’nin servetini, 4 Trilyon 400 Milyar dolar civarında hesaplamıştım.
2025 yıl sonunda bu servetin, Altın fiyatlarının artması ve diğer gelişmelerden dolayı 5 Trilyon dolar civarında olabileceğini tahmin ediyorum.)
Sonuç: Türkiye dünyanın en az borçlu ülkelerinden biridir. Merkezi idarenin, yani kamunun bir borç ve faiz ödeme sorunu yoktur.
Bazı okuyucular muhtemelen “yap işlet devret” modeliyle yapılan yatırımların bütçe dışına çıkarıldığını ve bu borçların da hesaba katılması gerektiğini iddia edeceklerdir.
Usül olarak haklıdırlar, Hükümetin bu alandaki “karartma” ve “bilgi saklama” çabalarına rağmen artık gerek yok.
Çünkü 2025 yılında, kamunun “yap işlet devret” maksadıyla yaptırdığı yatırımlardan elde edeceği gelirler, giderlerden daha fazla olacaktır.
İşte yatırım harcaması ve tüketim harcaması arasındaki temel fark budur: Yatırım harcamalarının çoğu er ya da geç kendini amorti eder.
Soru: Peki, borçların bu kadar düşük olması ne anlama geliyor? Kamunun borç oranının düşük olması ekonomi için faydalı mı zararlı mı?
KAMU BORCUNUN ETKİLERİ
Bir düşünce deneyi yapalım: Varsayalım kamu borcu 12 Trilyon değil de son 12 yılda her yıl bir Trilyon TL artarak 24 Trilyon TL’ye yükselmiş olsun; yani kamu borçlarının GSYH’ya oranı %25 değil de %50 olsun.
Bu durumun genel refaha etkisi olumlu mu olurdu yoksa olumsuz mu?
Vatandaşların refahı azalır mıydı yoksa artar mıydı?
Cevabı adım adım ilerleyerek bulmaya çalışalım.
Soru: Enflasyonun tek haneli olduğu bir ortamda Kamu, mevcut borçlarına ilaveten her yıl bir Trilyon, toplamda 12 Trilyon daha borçlansaydı bu parayla ne yapardı?
Cevap: Harcardı.
Soru: Kamunun harcadığı paraya ne olurdu?
Cevap: Gerçek ve tüzel kişilerin gelirine dönüşürdü.
Soru: Gerçek ve tüzel kişiler bu gelirleriyle ne yapardı?
Cevap: Ya harcar ya da biriktirirdi.
Soru: Gerçek ve tüzel kişiler bu gelirleri nerelere harcardı?
Cevap: Ya yatırım harcaması yapardı ya da tüketim. Fakat her türlü harcama sonuçta başka gerçek ve tüzel kişilerin gelirine dönüşürdü.
Soru: Peki, bu paralar harcanmayıp biriktirilseydi ne olurdu?
Cevap: Bankaya yatırılırdı; bankaya yatırılan paralar da diğer gerçek ve tüzel kişilere kredi olarak verilirdi.
Para biriktiren tasarruf sahipleri de faiz veya kâr payı geliri elde ederdi.
Soru: Peki krediyi alanlar bu parayla ne yapardı?
Ya tüketim ya da yatırım harcaması yapardı.
Ön çıkarım: Devletin, hane halkının ve tüzel kişilerin her harcaması bir başkasının gelirine dönüşür.
Ara Sonuç: Görüldüğü gibi gelir-harcama-tasarruf/yatırım olgusu mutlaka bir döngü oluşturuyor; bu döngüler de, kendi kendini besleyen ardışık ve verimli süreçler ve sonuçlar doğuruyor.
Bir ülkenin refahının kaynağında, o ülkenin sahip olduğu kaliteli ve derinliği olan bir iç finansal pazarlar yatar.
Finansal pazarı kaliteli olan ülkelerin ekonomi aktörler, diğer kaliteli finansal piyasalara da kolaylıkla ulaşabilir ve işlem yapabilirler.
Bir devlet, kapasitesi oranında borçlanamıyorsa ve şirketlerinin de borçlanmasına köstek oluyorsa kalkınamaz ve sürdürülebilir ölçülerde büyüyemez.
Enflasyonun tek haneli olduğu dönemde Kamu ve şirketler yeterince ve isabetli harcamalar için borçlanabilseydi Türkiye’nin refahı kesin olarak daha yüksek olurdu.
Tekrarlamakta fayda var, borçlanmanın refahı artıracağı verimli döngünün ilk şartı: Enflasyonu %5 civarına indirebilmektir; enflasyonun yüksek olduğu dönemlerde aşırı borçlanmak her ekonomiyi felakete sürükleyebilir.
Kamunun milli parayla yaptığı borçlanmalar için “Artık bu borçları gelecek nesiller öder” ifadeleri bilgi eksikliğinin göstergesidir; bu ve benzeri ifadeyi bir iktisatçı kullanıyorsa o kişi iktisatçı değildir.
Ben Türkiye’de Kamunun, GSYH’nın %70’ine kadar borçlanabileceğini yani bugünkü verilerle bir Trilyon dolar öngörüyorum. (şu anda 300 Milyar dolar)
Şirketlerin de GSYH kadar yani bir Trilyon 400 Milyar dolar (Şu anda 400 milyar dolar) borçlanabileceğini hatta borçlanması gerektiği tezini savunuyorum.
Çin şirketlerinin aldıkları kredilerin GSYH’ya oranı %300; Türkiye’nin %28,5; on katından bile fazla.
Çinli şirketlerin niçin atılgan ve doğurgan, Türk şirketlerinin niçin donuk ve kısır olduğunu bu rakamlar tam olarak anlatıyor.
Türk şirketlerine, Çinli şirketlerin imkanları tanınırsa ülkenin gelişmişlik seviyesi bambaşka bir düzeye doğru evrilebilir.
Sanayicisi banka önlerinde kredi dilenen bir ülkenin müreffeh bir geleceği olabilir mi?
Hükümet’in köstekleyici politikalarını önümüzdeki yazıda ayrıntılarıyla analiz edeceğim.
*https://www.karar.com/yazarlar/mehmet-ali-vercin/servet-gelir-ve-yoksulluk-siyaseti-160288
