‘Akademik özgürlük’ ya da uygun adım marş...
Üniversite ve akademik özgürlük meselesini tartışırken, öncelikle üniversite kavramının Ortaçağ’daki medrese ve manastırdan sonra 18. ve 19. Yüzyıllarda “Aydınlanma felsefesi”nin bir devamı olarak ortaya çıktığını kaydetmek gerekiyor. Doğal olarak üniversiteyle birlikte bilime, sanata ve topyekün tabiata bakışın paradigması da değişmiştir. Daha da önemlisi üniversiteyle birlikte ‘özgürlük’ kavramı da ete kemiğe bürünmüştür.
Aydınlanma sonrası Batı dünyasında bilimin ve düşüncenin insanın ürettiği değerler olduğu temelinde gelişen bu yeni anlayış, insan düşüncesinin mutlaka özgür olması gerektiği sonucuna ulaşmıştır.
Kavramsal olarak Batı dünyasına ait olan ‘akademik özgürlük’, esas itibariyle kiliseye karşı verilen mücadelenin sonucunda elde edilmiştir. Ancak hemen sonrasında kilisenin boşalttığı alanı ‘devlet otoritesi’ doldurduğu için, ona karşı da özgürlük mücadelesi verme zarureti ortaya çıkmıştır. Ve halen de bu mücadele devam etmektedir.
Hiç kuşkusuz özgürlük düşüncesinin akademik dünyadan toplumsal alana doğru yaygınlık kazanması, sınırsız itaate alışmış yönetimlerde korku ve endişeye neden olmuştur. Bunun sonucunda da otokratik konforu bozulan liderler, akademik özgürlüğü ‘tehlike’ parantezine alarak beka sorunu haline dönüştürmekte tereddüt etmemişlerdir. Çünkü bilim, doğası gereği bir değişim ve özgürlük ikliminin ürünüdür. Yani hiçbir akademisyen üreteceği bilimsel gelişmeler konusunda siyasi otoriteden ruhsat almak durumunda değildir.
Halbuki devlet gücünü arkasına alarak geliştirilen düşünceler bilimsel değil, daha çok ideolojik bir söylem kalabalığından ibarettir. Unutmamak gerekiyor ki, bulundukları toplumlarda bilim ve düşünce üretimi için uygun iklimden mahrum olan bilim insanları, doğal olarak bilimsel üretim için daha uygun iklimler aramak durumundadırlar.
Bu çerçevede Türkiye’nin hemen bütün toplumsal alanlarda olduğu gibi, akademik özgürlük ya da ‘özerklik’ konusunda ciddi sorunlarının olduğunun altını çizmemiz gerekiyor. Maalesef Türkiye’de ‘akademik özgürlük’ başından itibaren devletten bağımsız, layüsel bir kavram olarak değerlendirilmiştir. Oysa siyasi otoriteden bağımsız olmakla, devletin hukuksal nizamı dışında olmak aynı şey değildir. Evet üniversite akademik anlamda siyasi otoritenin emrinde olmayacaktır, ama siyasi iktidar dahil üniversiteyi de sınırlayan tek kural hukuk olmak zorundadır. Galiba bu manada esas mesele, özgürlük-sorumluluk dengesinin sağlıklı bir şekilde kurulabilmesidir.
Aslında 2013 yılında YÖK tarafından ilk kez yayımlanan “Akademik özgürlük bildirgesi”nde üniversiteler “Hiçbir baskı ve engelleme söz konusu olmaksızın, tüm fikirlerini, sosyal ve siyasi problemlerin özgür ve medeni bir şekilde tartışıldığı, karmaşık sorunların açık bir biçimde ifade edildiği ortamlardır” şeklinde açıkça tarif edilmiştir.
Ancak burası Türkiye, neyin ne zaman ve hangi şartlarda zapturapt altına alınacağı hiç belli olmaz. Olağanüstü dönemlerde ‘devletin bekası’ gerekçe gösterilerek özgürlükler rahatlıkla inkıtaya uğratılabilir. Mesela 12 Eylül darbesinde üniversitelerde yaşanan 1402’likler uygulaması böyle bir anlayışın ürünüdür. Aynı şekilde 28 Şubat postmodern darbe döneminde akademik özgürlüğün sesi rahatlıkla kısılabilmiştir. Bugün de gelenek bozulmamış ve şimdi de benzer uygulamalar hükmünü icra etmektedir. Daha geçtiğimiz aylarda akademisyenler sabahın köründe evlerinden alınarak gözaltına alınmışlardır.
Maalesef üniversitelerimiz kurulduğu günden bu yana ‘akademik özgürlük’ anlamında siyasi iktidarların tasallutundan kurtulamadığı gibi, zaman zaman da kendi iradeleriyle siyasi iktidarlarla içli dışlı olmaktan kurtulamamışlardır. Akademisyenlerin siyasi iktidarlara meddahlık yapmasını ‘münevverlerin ihaneti’ olarak tanımlayan Nurettin Topçu bu konuda “Kültür ve Medeniyet” adlı kitabında şöyle bir tespitte bulunuyor: “Bir çok inkılaplar yapıldı. Üniversite sade siyasetin meddahlığını yaptı. Bir siyasi parti hayata oklar yağdırıyor, üniversite erkanı dua hocaları dedegan gibi ona tehlilhan oluyorlardı. Ne tenkit, ne bir tereddüt, ne de fikir ve aydınlık cephesi olan varlıklarının çiğnenmiş olduğunun ihtarı.”
Görüldüğü gibi şimdi de değişen pek bir şey yok, üniversitelerimiz Cumhuriyetin ilk yıllarına benzer bir şekilde, bilim üretmekten çok ‘uygun adım’ yürümeye devam ediyorlar.