Bir özgürlük alanı olarak Hz. İbrahim’in başkaldırısı
Özgür ve demokratik toplum oluşturabilmek için bir varlık olarak insanın ‘birey’ olabilme vasfının hayati bir önem taşıdığı muhakkak. Biliyoruz ki insanoğlu fıtrat olarak özgürleşmeye kodlanmış bir varlıktır. Doğuştan getirilen bedensel, zihinsel ve ruhsal yapının bütününü oluşturan fıtrat aynı zamanda Haniflikle eş anlam olarak tanımlanmaktadır. Atalarının dinine tek başına direnen, başkaldıran Hz. İbrahim’in bu vasfı Kur’an’da Hanif olarak övülür.
***
Tarihi tecrübeler göstermiştir ki, insan toplumlarının zaman zaman bir düzen oluşturmak adına yarattıkları ana-baba otoritesi, toplum otoritesi ve devlet otoritesi gibi farklı otoritelerle insanın ‘birey’ olma vasfını tehdit eder hale gelmişlerdir. Dolayısıyla her özgür varlığın kendi tekilliğini, Hanifliğini korumak için zaman zaman otorite ile karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdır. Ayrıca özgür bir topluma ulaşmak da, bilinç ve irade sahibi bireylerin varlığı ile mümkündür.
İşte tam da bu yüzden özgür irade çok değerlidir, bunu daha iyi anlayabilmek için dinle insan arasındaki ilişkideki teslimiyete bakmak gerekir. Buradaki teslimiyet körü körüne bir fanatizme kendini adamak değil, tam aksine kime, neye, neden inandığını bilen ve sorgulayan bir teslimiyettir.
Zaman zaman, dindeki bu teslimiyet anlayışını adeta bir tapınak fanatizmi ile eşdeğer bir çizgide değerlendiren kimi materyalistlerin şu tür analizler yaptığını görürüz: “Bütün dinlerin ortak özelliği, ‘kutsal’ sayılan bazı ‘akide’ ya da ‘dogma’lara dayanmalarıdır ve bunlar her türlü tartışmanın üstünde, mutlak itaat isteyen ilkeler teşkil ederler. Örneğin İslamiyet, sözcük olarak, Allah’ın Kelamı’na, yani Kuran’a mutlak itaati, ‘teslimiyet’i ifade eder. Bu yüzden de özgür düşünceye kapalıdır.”
Bir kere bu yaklaşım epistemolojik anlamda sorunludur, zira İslam’daki ‘teslimiyet’ iradenin feda edildiği bir fanatizmi değil, özgür iradenin gerçekleştiği bir duruma işaret etmektedir. Çünkü insanı tanımlayan en temel kavram iradedir. Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün ‘Dini anlama klavuzu’ adlı eserinde bu konuda çok önemli bir tespitte bulunuyor: “Özgür insan ve özgür toplum, insanların ‘hayır’ deme hakkı korunarak inşa edilebilir. ‘Hayır’ deme hakkı engellenen insan, zihinsel ve duygusal radarları hasar aldığı için ömür boyu engelli hale gelir. Kötülüklere duyarsız, anonim, silik, kimliksiz ve kişiliksiz insanlar, hayır deme yetisi, yetkisi ve hakkının gaspıyla üretilmektedir. Kendilerini korumak için bile hayır diyemeyecek hale getirilen bu insanlar, bazen yalnız kalma korkusundan bazen de herhangi bir öfkenin muhatabı olmamak için hayır diyememektedirler.”
Maalesef İslam toplumlarında bireylerin, İmam-ı Maturidi’nin özellikle altını çizdiği ‘özgür bir ahlaki varlık’ olma vasfı yeterince güçlü olmadığı için Allah’ın bahşettiği ‘eylemlerini özgür iradesiyle seçme’ ve nihayetinde eylemlerinin sorumluluğuna sahip çıkma anlayışı da bir türlü gelişememiştir. Maturidi’nin, imanın gerçek manada oluşumunda özgür olmanın önemine vurgu yapan şu ifadeleri bir ibret vesikası niteliğindedir: “İmanla mükellef olmak ancak aklın mevcudiyetiyle gereklilik kazanır, bunun yanında imanı oluşturan hususların mahiyetinin bilinmesi de yine aklın tefekkür ve istidlali ile imkan dahiline girer; bu ise zihnin (kalp) bir fonksiyonundan ibarettir; iman da aynı statüye dahildir. Şu da var ki dil, vücudun diğer organları gibi cebir altında tutularak başkaları tarafından kullanılabilir. Halbuki Allah Teala,’dinde zorlama yoktur’ (2/256) buyurmuştur. Şu halde imanın gerçek manada oluşumunun cebir altında tutulabilen bir organa nisbet edilmesi mümkün değildir.”
İslam dünyasının bugün maruz kaldığı mağlubiyet travmasından ve şiddet sarmalından çıkabilmesi için gerekli olan, sağlıklı bir akılcılık ve eleştirel düşüncedir. Ne yazık ki İslam’ı siyasal bir ideolojiye indirgeyen çarpık anlayış, dinle siyaseti de özdeş hale getirmiştir.
***
Artık birtakım bahanelerin arkasına sığınmadan ifade etmek gerekiyor ki, Müslüman toplumlarının bugün yaşadıkları şiddet ve terör krizini derinleştiren hususların en başında insan hürriyetine gereken hassasiyeti göstermemeleri bulunmaktadır. Çünkü özgürlüğün olmadığı toplumlarda sağlıklı bir İslami anlayışın gelişmesi mümkün olmadığı gibi, baskı ve yasakların nasıl bir sosyolojik sonuç ürüteceğini kestirmenin de imkanı yoktur.