Cemaat kültürüyle demokrasi inşası mümkün olmuyor
Son bir haftadır siyasetteki baş döndürücü gelişmelerin toplumun değişik kesimlerinde farklı tepkileri de beraberinde getirdiği muhakkak. Muhtemeldir ki bazıları erken seçim depremi vesilesiyle ortaya çıkan ‘vekil jesti’ni bir olumsuzluk olarak görürken, bazıları da Türk demokrasisinin geleceği adına umut verici olarak değerlendirmektedir.
Kuşkusuz siyasi mücadeleler demokrasinin tabiatının bir gereğidir. Dolayısıyla farklı siyasi yapılar, memleket meseleleri konusunda her zaman farklı yaklaşımları ve çözüm önerilerini dillendireceklerdir. Ayrıca herkesin aynı pencereden bakmak gibi bir zarureti olamaz, olmamalıdır da... Önemli olan, bu siyasi mücadelelerin nihai olarak demokrasinin daha rafine haline gelmesine katkı sağlamasıdır.
Kaldı ki normal demokrasilerde de zaman zaman benzer hareketlilikler yaşanmaktadır. Ancak politikanın adeta bir gerilim hattında ilerlediği ve politik gel-gitlerin keskin yaşandığı görüntüler daha çok Türkiye benzeri ülkelerde yaşanmaktadır.
***
Çünkü kültürel kodlarımız itibarıyla biz Doğulu bir toplumuz. Bu durumun bir nakısa olduğunun altını çizmek niyetinde değilim elbette. Ama şu bir gerçek ki, kültürel hafızası demokratik değerlerle şekillenmeyen toplumların demokratik makuliyeti yakalamaları çok da kolay olmuyor.
Maalesef bugün Türkiye’de gerek dindarların, gerek sosyal demokratların, gerek farklı kimliklere mensup kesimlerin, gerekse milliyetçilerin zihin dünyalarının üzerindeki perdeyi biraz araladığımızda altından otoriter bir anlam haritası çıkmaktadır. Eminim hemen hepimiz toplumda şu tür sözleri çokça duymuşuzdur: “Bizi adam etmek için tepemizde sert ve eli
sopalı biri olmalı.” Açıkçası makuliyeti, sükuneti savunan siyasi figürlerin “pısırık” olarak değerlendirildiği toplumsal bir gerçekliğe sahibiz. Yani Türkiye toplumunun sosyolojik karakteri, buyurgan ve karizmatik liderlerin her zaman ön planda olması konusunda son derece elverişlidir.
Galiba bir gerçeğini altını çizmekte yarar var; aslında bu ülkede sosyal demokratların da, dindarların da, milliyetçilerin de en büyük zaaf noktası rasyonel akılla düşünememeleridir. Herkes kendi ideolojik penceresinden baktığı için, hiçbir zaman ‘ortak iyi’de buluşmaları mümkün olmuyor. Mesela, demokratik değerler açısından bir ismin adaylığı dillendirildiğinde, farklı ideolojik kamplarda yer alanlar, “Eğer o isimle bu ülkeye demokrasi gelecekse, biz öyle bir demokrasiyi istemiyoruz” demekte bir beis görmüyorlar.
Görüldüğü gibi biz toplum olarak ülkenin geleceğinden çok, kendi ideolojik kamplarımızın güvenliğini önemseyen bir sosyolojik gerçekliğe sahibiz. Yani demokrasiye bakış konusunda yok aslında birbirimizden farkımız... Maalesef bu ülkenin solcusu da, sağcısı da, İslamcısı da ‘cemaatçi’ reflekslerle hayata bakıyor. Dolayısıyla kültürel hafızası ‘cemaatçilik’le beslenen toplumların gerçek anlamda bir demokrasi inşa etmeleri ne yazık ki mümkün olmuyor. Zaten tarihi tecrübeler de göstermiştir ki, bugüne kadar yeryüzünde cemaat kültürüyle hareket eden hiçbir toplum demokrasi inşa etmeyi başaramamıştır.
***
Denebilir ki, “Madem bizim kültürel hafızamız demokrasiyle örtüşmüyor, o zaman vazgeçelim bu sevdadan.” Elbette hayatımızı, geleceğimizi böyle bir umutsuzluğa
endeksleyemeyiz. Herkesin insani gelişmişlik kriterlerine odaklandığı bir dünyada, yüzümüzü Rusya, İran, Türkmenistan ve Azersaycan modeline çevirecek halimiz yok.
Unutmayalım ki, bugünkü demokratik dünya da krallık ve diktatörlüklerden oluşan tarihi tecrübeler sonunda demokratik olgunluğa ulaştılar. Ama onlar yolun bir yerinde oturup karar verdiler ve demokrasi adına uzun mücadeleler vererek bugünlere geldiler. Oysa bizim ve benzer ülkelerin temel problemi; karar verdiğimiz demokrasi adına mücadele vermeyi göze alamamak.