Evet gerçekten bir beka sorunumuz var
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden bu yana, neredeyse her dönemde devletin ve siyasal iktidarların ihtiyaçlarına bağlı olarak memleketin bir “beka sorunu” olduğu farklı tonlarda seslendirilmiş ve belli sürelerle gündemde tutulmuştur. İhtiyaca göre devreye sokulan ‘beka’ meselesi zaman zaman işe yaramakla birlikte, çoğu kez ne gündeme getirenlere ne de memlekete bir hayrı dokunmuştur.
Ama hemen belirtmek gerekiyor ki gerek Çanakkale, gerekse Kurtuluş Savaşı günlerinde bu ülkenin bir beka meselesi olmuş ve millet de gereğini yapmıştır. Bir ülkenin var oluş mücadelesi verdiği günlerde ‘beka’ meselesi hayati bir öneme sahiptir, ama beka meselesi sadece vatan topraklarını savunmaktan ibaret değildir.
Sadece bugün için değil, her dönemde Türkiye’nin en önemli beka meselesi eğitimdir. Çünkü eğitim bir ülkenin bilimsel, teknolojik ve kültürel anlamda var oluşunun en temel direğidir. Bilim üretemeyen, teknoloji üretemeyen ve en önemlisi de kültürel çölleşme yaşayan toplumların dünya ile rekabet etme imkanları olmadığı gibi, geleceğe ilişkin hayallerinin de, umutlarının da olması mümkün değildir.
Meydanlardaki ‘beka’ nutuklarını duydukça, Türkiye’nin eğitim meselesindeki içler acısı halini yeniden düşünme ihtiyacı hissetmemek mümkün değil. Geçtiğimiz Perşembe günü KARAR’ın manşetinde yer alan “Kampüste alarm zili” haberini okurken içim burkuldu ve dedim ki: “Evet Türkiye’nin gerçekten bir beka sorunu var.” Milli Eğitim Bakanlığı verileri, yüksek öğrenimde düşündürücü bir tabloyu ortaya koyuyor. Buna göre, üniversiteyi bırakma sayısında son 5 yılda toplam 1 milyon 115 bin genç ya kaydını sildirdi ya da dondurdu. 2013-2014 eğitim öğretim döneminde 135 bin olan sayı, 2016-2017’de 212 bin, 2017-2018’de ise rakam 408 bini aştı. Gençlerin önemli bir bölümü ekonomik nedenlerden dolayı üniversiteyi bırakırken, geri kalanı da iş bulma umudu olmadığı için bırakıyor.
Meselenin özeti şu; gençlerimiz gelecek umutlarını kaybediyorlar. Bundan daha büyük bir ‘beka’ sorunu olabilir mi?
Gerek eğitim kalitesi, gerekse bilimsel özgürlükler anlamında akademi dünyamızın hali ortadayken, hepimizin kafa yorması gereken en önemli mesele eğitim olmalıdır. Ama talihsizliğe bakın ki, seçime gittiğimizi şu günlerde birkaç oy daha fazla alabilmek için ülkede ‘vatanseverler’ ve ‘hainler’ tespiti yapmakla meşgulüz.
Oysa biliyoruz ki, eğer üniversitelerimizde gerçek anlamda bilim üretemezsek, bilimde, teknolojide dünya ile yarışacak bilim insanları yetiştiremezsek işte o zaman bekamız gerçekten tehlikede demektir. Kendimize itiraf etmekten bile çekiniyoruz ama kaliteyi ve liyakati esas almadığımız için artık üniversitelerimizde bilim üretilmiyor, çünkü akademi dünyasının kapıları eleştirel düşünceye ve özgür tartışma ortamına kapanmış bulunuyor. Bu yüzden üniversitelerimizde bilimsel forumlar değil, zerzevatçı dükkanları açılıyor.
Unutmayalım ki tarihin bütün büyük medeniyetleri, her çağın kendine has medreseleri ve üniversitelerinde yetişen bilim insanları, büyük muallimler, filozoflar, düşünürler ve büyük sanatçılar tarafından yaratılmıştır.
Değerli mütefekkirimiz Nurettin Topçu “Türkiye’nin Maarif Davası” kitabında zihin dünyamızı aydınlatacak şu tespiti yapıyor: “Medeniyetler muallimlerle kuruldu. Çin dünyasının kurucuları hakimlerdi, Mezopotamya medeniyetinin ilk sahipleri pateslerdi. Büyük Yunan medeniyeti; meydanlarla pazarlarda gençlere muallimlik yapan feylesofların eseri olmuştur. İslam, medreselerin çatısı altında üç kıtayı istila etti. Rönesans, üstadların yükseltildiği devirdir. Alman birliğinin kuruluşunda muallimin ön planda rolü olduğunu biliyoruz. İstiklal harbimizde, cepheye sırtında gülle taşıyan köylü kadın kadar, istilanın acısını damarlara aşılayan muallimin rolü olmuştur.”
İşte bizim gerçek beka meselemiz bu; eğer ilk ve orta öğretimden üniversiteye kadar bütün bir eğitim sistemimizin kalitesini arttıramazsak, meydanlarda beka nutukları atarak dünya ile yarışacak bir Türkiye’yi inşa edemeyiz. Bilelim ki böyle bir Türkiye’de gençlerimizin umutla bakacakları bir gelecekleri de olmayacaktır.