Özgürlük fukaralığını kendimize bile itiraf edemiyoruz
Bazen İslam toplumlarının halihazırdaki fotoğrafına bakarak endişeleniriz, hatta öyle zamanlar olur ki geleceğe ilişkin tüm umutların tükendiğine inanarak derin bir umutsuzluk krizi yaşarız. Bu durumun son derece insani olduğunu kabul etmekle birlikte, sıhhatli bir bakış açısı olmadığı kanaatindeyim. Çünkü hayatın döngüsü sürekli kötücül bir yörüngede ilerlemiyor. Belli dönemlerden, mevsimlerden geçerken hayatımızı tehdit eden coğrafi ve insani şartlar olduğu gibi, hepimize gülümseyen güneşli günler, mevsimler de var bu hayatın içinde. Dolayısıyla yolumuzu kesen haramilere bakarak hayatın hep karanlık olduğuna hükmetmek gerekmiyor.
***
Yazıya neden böyle karamsar bir girizgah yaptığımı düşünenler olabilir, ama tam öyle değil. Geçtiğimiz Cuma günkü yazımla ilgili okurlardan gelen eleştirilere bakarken, Türkiye’nin siyasi duruşuyla toplum sosyolojisi arasındaki benzerlikleri okumaya çalıştım. Gördüm ki, siyasi iktidarlarla toplum arasında sanıldığı gibi öyle büyük bir çelişki ve uçurum yok. Kısacası siyasi iktidarları bir bakıma toplumun özeti olarak görebiliriz.
Bu çerçevede gelen eleştirilerin mahiyetine baktığımızda, dindar kesimlerin kendi içlerinde derin bir kırılma yaşadıklarını, ancak sağlıklı çözümler üretemedikleri için de özellikle özgürlükler ve hukuk konusunda sürekli mazeretler üretmek zorunda kaldıklarını görmek mümkün. Maalesef İslam toplumlarının yaşadığı travmanın izleri kolay silinmiyor, bu yüzden de insanlar İslam ülkelerindeki özgürlük fukaralığını bizzat yaşamalarına rağmen bu despotik fotoğrafı kendilerine bile itiraf edemiyorlar. Ve sonunda öfkelerini Batı demokrasilerine yönelterek rahatlamayı tercih ediyorlar.
Bu öylesine derin bir savrulma ki, özgürlük ve adalet kavramlarının İslam’ın evrensel mesajları arasında yer almasına rağmen, bu değerlerin Batı demokrasilerinin de temel ilkeleri olmasına öfke duyuyorlar. İşte bu zihni savrulma yüzünden dindar dünyada “Batı zaten kendine demokrat, Suudi Arabistan’ı nasıl İslam ülkesi olarak görürsünüz, İslam ülkelerinin liderleri Batı’nın kölesi” gibi hiçbir bilgi temeline dayanmayan bir söylem kirlenmesi yaşanıyor. Bir kere demokrasi, ülkelerin kendi iç hukuku ile ilgili bir durumdur. Yani ülkeler kendi halklarının hakkını-hukukunu, özgürlüklerini korumakla mükelleftirler. Daha somut olarak ifade etmek gerekirse, mesela Almanya’nın Türkiye’deki insanların haklarını ve özgürlüklerini korumak gibi bir yükümlülüğü yoktur. Ülkeler arası ilişkiler ise tamamen uluslararası hukukun alanıyla ilgilidir.
***
Düşünün ki, dindar dünya başta Suudi Arabistan olmak üzere İslam ülkelerinin büyük çoğunluğunun ‘Batılıların azat kabul etmek kölesi’ olduğu şeklindeki absürt bir tezden bile teselli arar hale gelmiş durumdadır. Talihsizliğe bakın ki bizzat dindarlar, Müslümanların kendi başlarına hukukun üstünlüğüne dayanan özgür ve adil bir yönetim modeli oluşturabileceğine inanmamaktadırlar. Eğer İslam’ın adaleti esas alan yaşanabilir bir dünya kurma öğüdünü esas alan bir düşünce disiplinini geliştirememişseniz, kimse size hazır bir devlet modeli ikram
etmez.
Maalesef Müslüman dünya zihni planda bir yenilenmeyi gerçekleştiremediği için, ütopik ‘İslam devleti’ hayalleriyle teselli bulmaya çalışmaktadır. Oysa yıllardır İslam toplumlarında pazarlanmaya çalışılan bu ‘İslam devleti’ idealinin elle tutulur somut bir temeli olmadığı gibi Kur’an’da ve Hz. Peygamberin sünnetinde de bu konuda bir hüküm bulunmamaktadır.
Dolayısıyla şu anda gerek Suudi Arabistan’da, gerekse diğer İslam ülkelerinde uygulanan sistemlerin adlarının bir önemi yok. Önemli olan hukukun üstünlüğünün tesis edildiği, özgürlüklerin teminat altına alındığı, şeffaflığın, eşitliğin ve liyakatin esas olduğu bir devlet modeli oluşturabilmektir.