Sözleşmeye dayalı ahlaki yönetimden krallık ve saltanata

Bugünden geçmişe doğru Müslüman toplumların oluşturdukları yönetim biçimlerine baktığımızda, ne yazık ki olumlu örnekler bulmakta güçlük çekiyoruz. Ancak toptancı bir yaklaşımda bulunarak haksızlık da etmemek gerekiyor.

Zira biliyoruz ki ilk dönem Müslümanları, özellikle Hz. Peygamberin hayatta olduğu o günün mütevazi şartlarında ‘Şura’ mekanizmasını düzgün işleterek sıhhatli bir yönetim modeli oluşturmuşlardır. Ancak Hz. Peygamberin vefatı sonrasında hem Arap toplumundaki kabile asabiyetinin baskın hale gelmesi hem de dünyadaki yeni gelişmeler, Müslümanların mevcut yapılarını daha kırılgan hale getirmiştir.

Bir kere Müslümanların kurduğu devletin sınırları genişlemiş, demografik yapı farklılaşmış, ticaret ve ekonomide yeni güç dengeleri oluşmaya başlamıştır. Bunun sonucunda doğal olarak farklı görüşler ve farklı inanç haritaları ortaya çıkmıştır. Haliyle bu yeni toplumsal güç odakları, aynı zamanda devletleri parçalanma ve çözülme gibi tehlikelerle de karşı karşıya bırakmıştır.

Kültürel ve ekonomik anlamda farklılaşan bu yeni dönemde artık Müslümanların önünde fırtınalı yıllar vardır. Görüş ve mezhep farklılıkları doğal olarak, düşünsel planda birliğin nasıl sağlanacağı Müslümanların en önemli sorunlarından birisi olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır. Yeni dönemin en belirleyici iki eğiliminin nakil ve akıl olduğunun altını çizen Muhammet el-Cabiri bu konuda şöyle bir tespitte bulunuyor: “Birinci kısmın çevresinde kümelenenler, feodal veya yarı feodal güçler ile kırsal kesim ve şehirlerde maddi ve fikri geriliği temsil eden zümrelerdi. İkinci akım ise önce Mu’tezile sonra da filozoflar tarafından sözcülüğü yapılan ilerici ve atılımcı yeni güçler tarafından savunuluyordu.” (Felsefi Mirasımız ve Biz, s78)

O dönemin kendine özgü şartları dikkate alındığında, Müslümanların elindeki tek gücün ‘akıl’ olduğunu belirten Cabiri diyor ki: “Sadece akıl, varlığın sırrının künhüne vakıf olmaya ve izlenecek yolu belirlemeye güç yetiren evrensel bir kuvvettir.”

Ancak hemen belirtmek gerekiyor ki Malik b. Nebi’nin ‘yükseliş’ ve ‘ruh’ dönemi olarak tanımladığı nebevi dönem ile Raşit halifeler döneminin sonunda başlayan fitne ateşi, Hicretin 38. Yılındaki Sıffin savaşı ile birlikte giderek geniş bir alana yayılmaya başlamıştır. Daha da dramatik olanı, bu olayla başlayıp günümüze kadar devam eden hatalar zinciri, ne yazık ki Müslüman toplumların sadece ellerindeki ‘akıl’ gücünün zayıflamasına değil, ahlaki üstünlüğü kaybetmelerine de yol açmıştır.

Bugün bakınca daha iyi anlıyoruz ki Sıffin, aynı zamanda Müslüman toplumda yeni yeni oluşmaya başlayan demokratik İslami yönetim tasarımının seyrini engelleyen bir dönüm noktası olmuştur.

Şankıti, Malik b. Nebi’ye dayanarak bu dönemi şöyle değerlendiriyor: “Sıffin, İslam’daki sözleşmeye dayalı siyasi ve ahlaki değerler manzumesinden ona tamamen zıt olan temellük ve zorbalığa dayalı değerler manzumesine geçişin, Malik b. Nebi’nin deyimiyle ‘Medine atmosferi’nden ‘Dımaşk atmosferi’ne geçişin başlangıcıdır. İslam devlet merkezinin Medine’den Dımaşk’a taşınması sadece coğrafi bir intikalden ibaret değildir; tam aksine bu taşınma, hilafet değerlerinden mülk (krallık, saltanat) değerlerine geçişi temsil eden ahlaki bir dönüşümdü aynı zamanda.” (İslam Medeniyetinde Anayasal Kriz, s.55)

Maalesef bu ahlaki dönüşümle birlikte saltanata dönüşen Müslümanların yönetim anlayışı, Emevilerden Abbasilere ve Osmanlıya uzanan çizgide dinin, otoritenin emrine girmesiyle sonuçlanmıştır.

Dinin ulus devlet ideolojisi olarak modern bir araç haline getirilmesi, iç ve dış muhaliflere karşı bir silah olarak kullanılmasının Abdülhamid döneminde başladığını belirten Sami Zubaida bu konuda şu tespiti yapıyor: “İslam’ın devlet kontrolüne girmesi millileşmesi bağlamında din benzerliği hükümdar ve devlete bağlılığın temel bir unsuru haline geldi ve dini muhalefet fesat olarak görülmeye başlandı.” (İslam Dünyasında Hukuk ve İktidar, s.219)

Kabul etmek gerekiyor ki Müslüman dünya olarak yüzyıllar öncesinden devraldığımız kültürel mirasımızın tasavvuru ile şekillenmiş bir hayatı yaşıyoruz. Dolayısıyla bu gerçeği kabullenmeden, bugün Müslüman ülkelerin içinde bulunduğu hukuksuzluğu, adaletsizliği, insan hakları azlığını ve bilimsel geriliği anlamak ne yazık ki mümkün değildir.

YORUMLAR (62)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
62 Yorum