Din işi dünya işi

Kaynaklarda Hz. Peygamber’in Veda Hutbesine şu sözlerle başladığı belirtilir: “Ey insanlar! Kanlarınız, mallarınız, onur ve haysiyetleriniz, Rabbinize kavuşacağınız güne kadar birbirinize kesinlikle haramdır; şu (vakfe) gününüz, şu (hac) ayınız ve şu (Mekke) kentiniz kadar kutsal ve dokunulmazdır.”

Önemle belirtmeliyim ki, insanlar bu haklara Allah ve Peygamber buyurduğu için sahip olmamıştır; insanlar bu haklara doğuştan sahip oldukları için böyle buyurulmuştur. O halde Hz. Peygamber bu sözleri, bir din tebliğcisi sıfatıyla değil, devlet ve toplum kurucusu sıfatıyla söylemiştir.

Resûlullah’ın bu sözünde en önemlilerini zikrettiği haklar, çağımızda anlaşıldığı üzere, objektif–soyut ilkelerdir; sübjektif yargılarımızdan bağımsızdır. Konu, -mesela- sadece benim veya falanın hukuk güvenliği değil, mutlak hukuk (haklar) güvenliğidir. Onun için 1000 yıl önce Müslüman hukukçulardan İmam Mâverdî, 700 yıl önce İbn Teymiyye, bir devletin kâfirlikle ayakta kalabileceğini, fakat adaletsizlikle yaşayamayacağını yazarlar. Çünkü devlet, din işi değil, dünya işidir.

Şimdiye kadarki okumalarım, deneyimlerim, özellikle de takriben 150 yıldır devam eden büyük göç hareketleri üzerine gözlemlerim bana şu gerçeği öğretti: Tarih boyunca bütün insanların hem en çok ihtiyaç duydukları hem de en çok ihlal ettikleri haklar şu beş konuda olmuştur:

1. Can güvenliği, 2. mal/geçim güvenliği, 3. hukuk güvenliği, 4. onur güvenliği, 5. özgürlük güvenliği.

Güvenliğin birinci şartı adalettir. Adaletin olmadığı yerde keyfilik, keyfiliğin olduğu yerde hak ihlalleri, baskı ve zulme açık bir ortam vardır. İslam dünyasında asırlardır hayat/can, geçim, hukuk, onur, özgürlük gibi hakların ihlal edilmesinin asıl nedeni bireyler, toplum kesimleri ve devlet-toplum arasında keyfilik, adaletsizlik ve kural tanımazlığın olağanlaşmış olmasıdır.

Uygulamada son derece dar bir alana hapsedilmiş olsa da fıkıh geleneğimizdeki “farz-ı kifâye” ilkesine göre, aslında herkes herkesin canından, sağlığından, geçiminden, hukukundan, özgürlüğünden, onur ve haysiyetinden sorumludur. Çünkü değerli olan, sırf benim haklarım ve özgürlüğüm değil, mutlak olarak hak ve özgürlüktür. Bu hak ve özgürlüklerin saygınlığı dinden değil, Kur’an’ın tabiriyle (Rûm 30/30) “fıtratullah”tan, yani Allah’ın insanı onlarla donatarak yaratmış olmasından gelir.

Bu gözle İslam tarihini incelersek şunu görürüz: Hz. Peygamber, Câhiliye dönemi insan ilişkilerinde yukarıda sıraladığım konularda ağır sorunlar bulunduğunu gördüğü için özellikle Medine döneminde toplum ve devlet kurucusu sıfatıyla bu sorunların aşılmasını merkeze alan bir öğreti geliştirmiştir.

Hz. Peygamber belirtilen konulardaki reel sorunları çözdü. İleride çıkması kaçınılmaz olan sorunların çözümünü de koyduğu ilkeler çerçevesinde o zamanların insanlarına bıraktı. Şu halde Resûlullah’ın vefat yılı olan 632 “tarihin sonu” değildi. Fakat sonraki ulema çoğunluğu -burada sayamayacağım türlü nedenlerle- zaman ilerledikçe 632 yılını tarihin sonu diye Müslüman toplumun zihnine yerleştirdiler.

Ebû Hanife’nin dünya işlerine dair muamelât konularında re’y ve istihsan’ı çözüm yöntemi olarak kabul etmesini İmam Şâfiî, yeni bir şeriat icat etmek anlamına geldiği gerekçesiyle reddetmişti. Çünkü Ebû Hanife bu yöntemiyle yeni sorunlara aklın rehberliğinde yeni çözümler üretilebileceğini düşünüyordu. Şâfiî âlimi Gazzâlî’nin felâsifeyi tekfir etmek suretiyle felsefî tartışmaya dini katması da dünya işlerinde insanı ve aklı devre dışı bırakan bu tavrın sonucu idi. Yüzlerce yıl boyunca yerinde çakılıp kalan Osmanlı medreselerinde okutulan Kelâm kitaplarının tamamına yakını Şâfiî-Eş‘arî alimlerince yazıldığı için medrese uleması da 20. yüzyılın başlarına kadar aynı çizgide düşünüyor ve eğitim veriyorlardı.

Sonuç olarak -kanaatimce- Müslüman âlimlerin, ilâhiyatçıların en temel görevleri, yukarıdaki beş konuda ve benzerlerinde Kur’an’ın ve Peygamber’in yaklaşımını doğru anlamak ve anlatmaktır. Aksi halde, insanların hatta insanlığın güncel-canlı sorunlarına dokunmadıklarından, konuştukları, yazdıkları “recmen bi’l-gayb” olacaktır; nitekim günümüzde fiilen de öyle oluyor.

Kabul etmeliyiz ki, kapılar açılsa Müslüman ülkeler boşalacak hale gelmiştir. Müslüman yöneticilerin ve en başta üniversiteler olmak üzere ilgili kurumların bunu düşünmeleri, düşünecek yetkinlikte olmaları ve özgürce tartışmaları gerekir.

YORUMLAR (9)
9 Yorum
YORUM YAZ
İÇERİK VE ONAY KURALLARI: KARAR Gazetesi yorum sütunları ifade hürriyetinin kullanımı için vardır. Sayfalarımız, temel insan haklarına, hukuka, inanca ve farklı fikirlere saygı temelinde ve demokratik değerler çerçevesinde yazılan yorumlara açıktır. Yorumların içerik ve imla kalitesi gazete kadar okurların da sorumluluğundadır. Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır. Özensizce belirlenmiş kullanıcı adlarıyla gönderilen veya haber ve yazının bağlamının dışında yazılan yorumlar da içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır.