Nereye gidiyoruz?

Asırlarca muhteşem medeniyetleri bağrında yaşatan İslâm coğrafyası bugün ciddi bir tıkanmışlık, kriz ve yer yer çılgınlık hali yaşıyor.

Sorun şu:

İslâm toplumları, geçmişte olduğu gibi günümüzde de Kur’an eksenli bir hayat yaşamak istiyorlar. Ne var ki, birbirinden hayli farklı Kur’an ve dolayısıyla İslâm yorumları, anlayışları var ortada:

1. Kur’an’ı sırf metin/lafız ile ilk asra ait rivayetler üzerinden anlamak (Selefî anlayış),

2. Tarihin bize bıraktığı kültürel birikim üzerinden anlamak (gelenekçi anlayış),

3. Sadece yaşadığımız çağın olguları ve değerleri üzerinden anlamak (modernist anlayış),

4. İslâm’ın ana kaynaklarını ve kültürel birikimi ihmal etmeden, yaşanan çağın gerçeklerini de dikkate alarak anlamak.

Bunlardan modernist zihniyet çöktü gibi. Bu yaklaşımı savunanlar yolun çıkmazlığını görünce tartışma alanını terkedip büyük ölçüde seküler dünyaya katıldılar.

Azgın küresel güçlerin derin projelerinin ürettiği tepki ortamından beslenen günümüz Selefîliği, İslâm toplumlarının uğradığı mağduriyetleri de kullanarak, ayrıca hiçbir aklî ve ahlâkî ölçü tanımayan eylemleriyle dehşet ve korku yayarak hayli etkin bir hareket konumuna ulaşmış görünmektedir.

Yakın zamanlara kadar en geniş tabana sahip olan ağırbaşlı gelenekçilik, eski devirlerin durağan hayatında fazla sorunla karşılaşmadan yoluna devam ediyordu. Fakat bu bakış, günümüzde Endonezya’dan Yemen’e kadar birçok İslâm ülkesinde gittikçe kan kaybetmektedir.

Dördüncü anlayışın taraftarları arada bir seslerini çıkarır gibi oluyorlarsa da Selefî ve gelenekçi tarafların karşı harekâtıyla başlarına gelmedik kalmıyor.

***

Bu hengâmede Türkiye’nin yönü ne tarafa?

Selefîliğin Türkiye’de tutunma şansı bulunmuyor. Öyle anlaşılıyor ki son yıllarda Türkiye şu iki yoldan birini tercih hususunda tereddüt yaşıyor:

1. Ya sayısız defalar deneneni bir daha deneyecek; yani bu çağın nesnel şartlarını ve olgularını göz ardı ederek biraz Selefîlik’ten, biraz gelenekçilikten devşirme bir din yorumuna yönelecek.

2. Ya da Türkiye, zor olanı ama olması gerekeni tercih edecek; yani İslâm’ı ve Kur’an’ı Peygamber’in Sünneti ve kültürel birikim ile içinde yaşadığımız somut olgular ve evrensel insanî değerler ışığında kavrayıp yaşayan yeni bir çığıra öncülük edecek.

Türkiye’nin son 200 yıllık tecrübesinden beslenen aklı, onu ikinci şıkka meylettiriyor gibi. Bu meyil son yıllarda biraz belirginleşince, dünyadaki mağdur Müslümanların yüzlerini Türkiye’ye döndüğü, gözlerinde bir ümit ışığının parladığı görüldü.

Fakat Türkiye’de bilhassa -dinî görünümlü ve tabanlı dünyevileşmiş bazı “cemaatler”in de aralarında bulunduğu- katı gelenekçi kesim, hamaset retoriğinden de güç alarak bu dönüşümü engelleme yolunda mücadele veriyor.

***

İslâm dünyasının son asırlarda yaşadıkları, katı gelenekçiliğin bize bir şey veremeyeceğini gösterdi.

Bugünkü tıkanmışlık ve kriz halinin, dünyada son üç asırdır yaşanan büyük değişim ve dönüşüme rağmen geleneksel zihniyeti devam ettirmekte direnmemizin bir sonucu olduğu apaçık ortada.

Bu durumda Türkiye için tek gerçekçi yol kalıyor:

Çağın olgularına hissî, reaksiyoner ve sonuçta yıkıcı tepkiler vermek yerine, olguları doğru kavrayacak ve gerektiğinde Kur’an’ın ilkeleri ve amaçları çerçevesinde dönüştürecek bir entelektüel donanıma, özgür ve geliştirici iradeye sahip olmak; bu sayede kendi kültür ve medeniyet birikimi ile modern dünya değerleri arasında mutlu bir kaynaşmayı sağlamak.

Bu dönüşümün zihinsel altapısını hazırlamada en büyük sorumluluğun ilâhiyatçılarımıza düştüğü kanaatindeyim. Peki ilâhiyatçılarımız böyle bir donanım ve iradeye ne kadar sahip? Birikimli ve geniş ufuklu hocalarımızın bulunduğu muhakkak. Ama genel olarak İlâhiyat Fakültelerinin durumunu adamakıllı tartışmak gerektiğini düşünüyorum.

YORUMLAR (6)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
6 Yorum