Fikrî iktidar meselesi
Sayın Cumhurbaşkanı 2016 yılından itibaren özellikle eğitim-öğretim, kültür ve sanat alanlarında pek başarılı olunamadığına dair birçok kez özeleştiriler yapmış ve son olarak İbn Haldun Üniversitesi’ndeki bir konuşmasında “Fikrî iktidarımızı tesis edemedik” mealinde çarpıcı bir beyanda bulunmuştur. Kültür ve sanat alanında ehliyet sahibi olmadığımdan, bu alandaki başarısızlığın neden ve niçinleri hakkında görüş bildirmekten imtina ederim; fakat eğitim-öğretim, özellikle de Diyanet, İlahiyat ve dinî düşünce gibi alanlardaki gidişata ilişkin tespit ve değerlendirmelerimi paylaşabilirim.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanlığı sırasında belediyenin kültür işleri daire başkanlığı tarafından “İslam ve Modernizm: Fazlur Rahman Tecrübesi” (22-23 Şubat 1997) başlıklı bir sempozyum düzenlenmiş ve yurtdışından birçok ilim-fikir adamının da katıldığı bu uluslararası sempozyumdaki tebliğleri içeren kitaba Sayın Erdoğan’ın yazdığı sunuş yazısındaki “Kardeş Pakistan’ın yetiştirdiği büyük bilim adamı ve düşünür Fazlur Rahman, İslâm dünyasında olduğu kadar Batı’da da önemsenen, düşünce ve tezleri üzerinde geniş tartışmalar açılan bir şahsiyettir” ifadeleri Mehmet Şevket Eygi tarafından hayli yadırganmış ve yargılanmıştı. Eygi, Milli Gazete’nin 02 Aralık 2008 tarihli nüshasında yayımlanan “Fazlur Rahman Toplantısı” başlıklı yazısında, bir yandan “Sayın Recep Tayyip Erdoğan, hürmet ve itimat ettiği muhterem Emin Saraç hocaefendiye sormuş olsaydı, Fazlur Rahman’ın kim olduğunu, mahiyetini, içyüzünü öğrenmiş olurdu” diye yol gösterirken, bir yandan da Türkiye’yi ve İslam dünyasını kurtaracak zihniyeti, “yirminci asırda Ehl-i Sünnet İslamlığının bayraktarlığını yapmış olan Şeyhülislam Mustafa Sabri, Düzceli Muhammed Zahid el-Kevserî gibi icazetli gerçek hocaların zihniyetidir” diye tanımlamıştı.
AK Parti iktidarı 2007, özellikle de 2010 yılından itibaren din, Diyanet ve İlahiyat alanlarında Mehmet Şevket Eygi’nin tarif ettiği yolu takip etmeyi yeğledi. Dolayısıyla bu süreçte siyasette Prof. Dr. Mehmet S. Aydın gibi isimlerle, Diyanet’te Prof. Dr. Ali Bardakoğlu ve Prof. Dr. Mehmet Görmez gibi isimlerle yollarını ayırmayı tercih etti. İlahiyat alanında ise bugün bir tür yeni medeniyet inşası için kurulan ve adeta gözbebeği gibi algılanan İbn Haldun üniversitesine ismini veren bu büyük âlimle özdeşleşmiş “sosyoloji” ilmini İlahiyat fakültelerindeki ders müfredatından çıkarma yönünde ciddi tartışmalar cereyan etti. Bu tartışmalar neticesinde, Abbâsî Halifesi Mütevekkil-Alellah’ın bol maaş ve tahsisatla Bağdat Rusâfe mescidinde halka hadis okumak ve adeta “Düşünmek yasak” dercesine Mutezile izlerini kazımak üzere meşhur hadis âlimi İbn Ebî Şeybe’yi görevlendirmesini çok ulvi bir çaba olarak gören bugünkü Ehl-i Hadis zihniyeti İlahiyat camiasında muzafferiyetini ilan etti. Böylece Mustafa Sabri Efendi ve Zâhid el-Kevserî gibi isimlerce temsil edilen Sünniliğe muhalif her türlü fikir “sapkın” diye ilan edilir hale geldi ve kendilerini Ehl-i Sünnet’in yılmaz bekçileri olarak gören birçok cemaat ve grup bir yandan İlahiyat fakülteleri üzerinde vesayet oluşturma, bir yandan da “sapkın” diye tanımladıkları İlahiyatçı akademisyenleri organize linç kampanyalarıyla saf dışı bırakma yarışına girdi.
15 Temmuz menfur darbe girişiminden önceki yıllarda FETÖcü İlahiyatçıların birçok İlahiyat fakültesinde koloniler kurmasına göz yumulması da ne yazık ki işbu Ehl-i Sünnetçilik hassasiyetinden mütevellitti. Ne var ki söz konusu hassasiyet “suyu çömelerek üç yudumda içmek” gibi ritüellerle ölçülmekteydi. Fakat vaktiyle Ehl-i Sünnet’e sadakatlerinden hiç kuşku duyulmayan FETÖcülerin 15 Temmuz gecesi bir yandan suyu çömelerek üç yudumda içerken, diğer yandan bu milletin masum evlatlarına çatır çatır kurşun sıkmaları gibi bir vahşete tanıklık edildi. Bu mesele bir kenara, 2010 yıllardan itibaren Din, Diyanet ve İlahiyat alanında “Düşünmek, sorgulamak, tartışmak yasak” diye özetlenebilecek Ehl-i Hadis zihniyetine koşut olarak daha geniş fikir ve düşünce hattında Necip Fazıl imzası taşıyan kıyıcı ve dışlayıcı bir dil tercih edildi. Bu dilin özellikle dinî düşünce alanına nasıl yansıdığını anlamak için Necip Fazıl’ın “Doğru Yolun Sapık Kolları” adlı eserine göz atmak ve Mevdûdî’ye “Merdûdî”, Muhammed Hamidullah’a “Baîdullah” demekten nasıl keyif alındığına tanık olmak kâfidir. Söz konusu dil ve üslup Necip Fazıl’ın Nakşibendî-Hâlidî şeyhi Abdülhakim Arvâsî’ye intisap noktasında yolunun kesiştiği Hüseyin Hilmi Işık’ın “Seâdet-i Ebediyye” adlı eserindeki saldırgan dil ve üslupla hemen hemen aynı niteliktedir.
Sonuç itibariyle, bugün gelinen noktada gerek Necip Fazıl’dan tevarüs edilen kıyıcı, dışlayıcı ve saldırgan dille Ehl-i Sünnet müdafaası yapmak, gerek Din, Diyanet ve İlahiyat alanında klasik Ehl-i Sünnet anlayışına muhalif her görüş ve düşünceyi “İslam’a saldırı, Kur’an’a hakaret” gibi başlıklarla linç kampanyalarına mesnet kılmak, gerek II. Abdülhamid hatırına Mehmed Âkif’e dil uzatmak, gerekse “Medeniyet inşası, Anadolu irfanı” gibi kof retoriklerle fikir inşa ettiğini sanmak gibi anlayış ve uğraşlarla vakit harcandığı takdirde, fikrî iktidar tesisi ancak ham hayale konu olabilir. Bu saatten sonra özgürlükçü bir yaklaşımla fikir ve düşünce alanını açma yönünde ciddi adımlar atılması elbette mümkündür; fakat bu adımların toplum nezdinde ne kadar inandırıcı bulunacağı meçhuldür.