1990’lı yıllarda dünyanın paradigması değişmişti…

Sadece kronolojik olarak arka arkaya geldikleri için 80’li yılların devamı olarak ele alınması alışkanlık haline getirilen 90’ların aslında 80’li yıllardan ve kendisini takip eden 2000’li yıllardan birçok yönden nasıl da tamamen farklı bir on yıl olduğunu kendimce açıklamak istiyorum. Şunu çok kesin olarak söyleyebilirim: 90’larda dünya tamamen farklı bir paradigma içine girmişti. Onu 80’li yıllara dek gelen tarihin normları ve kavramlarıyla değerlendirmek çok yanlıştır ve çok yanlış sonuçlar verir. Ben bu sınırlı gazete yazısında mümkün olduğu oranda kendi poetik serüvenim içinde 90’ların toplumsal, kültürel, iktisadi, siyasi ve şiirsel pozisyonunu değerlendirmeye çalışacağım.

Öncelikle dönemi tanımlamaya çalışmak gerekiyor. 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle başlayan ve 2001’de İkiz Kuleler’in çöküşüyle sonlandığı söylenebilecek bir dönemdir bu. Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle tek kutuplu bir dünya ortaya çıkmış ve kapitalizmin kesin bir zafer kazandığı, artık hiçbir zaman değiştirilemeyecek mutlak bir düzen olduğu hissi ortaya çıkmıştı. ‘Tarihin Sonu’ çığırtkanlığının bu olayla birlikte ortaya çıkmış olması hiç de tesadüfi değildi. Kapitalizm kesin zaferini ilan ederek tarihi sonlandırdığını ima ediyordu. Dünyada 80’lerin başında, ülkemizde ise Özal’ın iktidara gelmesiyle yürürlüğe konulan neo-liberal ekonomi politikalarının kültürel karşılığı post-modernizmdi. Ülkemizde ise 1980 askeri darbesiyle kesintiye uğrayan ‘geleneksel tarih ve yerel zaman’ 90’lı yıllarla birlikte artık tarihin akışından ‘koptu’. Öyle ki 80’ler eski dünyanın ve geleneksel/yerel zamanın en uç noktasıydı da 90’lar yeni/bambaşka koşulları olan, bambaşka bir gerçeklik dayatan bir dünyanın başlangıç noktasıydı sanki. Biz bunu iliğimizde kemiğimizde hissediyorduk. 90’lı yıllar öznenin askıya alındığı yıllardı. Dünyaya ve ülkemize büyük bir umutsuzluk duygusuyla beraber bir kayıtsızlık, yenilgi, her şeyi kabulleniş duygusu hâkimdi.

Belki Batı’da bir sanat üslubu, estetik bir realite olarak ortaya çıkan post-modernizm, ülkemizde, 90’lı yıllarda liberalizmin mutlak zaferinin tadını çıkardığı, biz yoksulların ve ezeli rahatsızların ise büyük bir umutsuzluğa sürüklendiği bir dönemin karşı konulamaz ideolojisi olarak yaşandı. 80’ler ‘lokal’ bir yangındı; 90’lar ise cehennem gibiydi; bitmeyecek bir kâbustu. Böyle bir dünyada yaşamak istemiyorduk, ama bu dünyanın dışında bir dünya yoktu ve dönemin egemen havasına göre başka bir dünya da mümkün değildi, asla da mümkün olmayacaktı. Hepimiz askıya alınmıştık. Bu dünyada rahat edemiyorduk, rahat edebileceğimiz bir dünya hayalini kurmak da olmayacak bir fantezi olarak niteleniyordu; hem de herkes tarafından.

80’li yıllarda yaşayanlar, henüz ne neo-liberalizm ne de onun kültürdeki karşılığı olan post-modernizm kesin hâkimiyetini kurmamış olduklarından, öyle ya da böyle kendilerini bir özne olarak tasarlayabiliyorlar, kendilerini gerçekleştirebildikleri yanılsamasını, bunun yanılsama olduğunun ayırdına varamadan yaşıyorlar, kendilerini eksik de olsa bir varlık olarak hissedebiliyorlardı. 90’lı yıllarla birlikte dünya tarihinde paradigma değişti. Dünya birden bambaşka bir yer haline geldi. Bu bambaşka dünyayı artık alışkın olduğumuz eski dünyanın kavramlarıyla açıklamak imkânsızdı. Aynaya baktığımızda bambaşka bir yüzle karşılaşıyorduk. Hatta bir boşlukla karşılaşıyorduk; yüzümüzün olması gereken yerde bir boşluk vardı. Varlığımız tehdit altındaydı; hiçlikle karşı karşıyaydık.

90’larda şu üç ‘durum’ egemendi: Özne parçalanmış, hatta silinmiş, kişi yalnızca çevreye değil, kendisine de yabancılaşarak ‘gerçeklik hissi’ni yitirmişti. İkincisi, ütopya düşüncesi yenilgiye uğramıştı; artık ‘tarihin sonu’na gelmiştik ve artık dünyayı değiştirmek imkânsızdı. Bunu düşünmek bile imkânsızdı neredeyse ve böyle düşünenler değişen dünyayı anlayamamak, ona ayak uyduramamak ve neredeyse gericilikle itham ediliyordu. İlerici olma düşüncesi ne tuhaftır ki insanı gerici konumuna düşürüyordu. Modası geçmiş eski tüfekler yani. 80’lerde bir estetik sorunu olan şiir, 90’lı yıllarda bir varlık ve varoluş sorunu haline gelmiştir. Zira insanın kendisini en dolaysız biçimde dışa vurması olarak nitelenebilecek şiirin önünde dışa vurulacak bir özne, insan ve varlık kalmamıştı. Zira 80 de dâhil 90’dan önceki bütün bir gelenek boşa çıkmıştı; önceki şiirsel alışkanlıklarla, şiirsel birikimle, şiirsel eylem biçimleriyle bu yeni koşullara karşı koyamıyorduk (90’lı yıllarda özellikle küçük İskender’in öncülüğünde düzenlenmeye başlanan ‘şiir okuma geceleri’ artık bir eylem değildi, oyalayıcı birer ‘gösteri’ye dönüşmüştü ister istemez). 80’lerde ‘yenilmişlik ve yılgınlık hissi’ hâkimdir. Ama bütün bunlara rağmen ortada yenilgiye uğramış da olsa bir insan vardır, yenilgiye uğramış bir varlık olarak (her şeye rağmen hâlâ bir varlık olan) insan vardır. 90’larda ise bir özne olarak, bir varlık olarak insan yok olmakla karşı karşıyaydı. İnsan artık varoluşun merkezinde değildi. Değiştirme yeteneğini yitirmişti. Yeni bir şey söylenemezdi artık. Bu yüzden sanatta, düşüncede ve hatta şiirde parodi, pastiş, ironi egemen hale geldi. (Oğuzhan Akay ve Sunay Akın’ı bu bağlamda düşünüyorum. Diğer sözü edilmesi gereksiz birçok şair ve sanatçı bu koşullara boyun eğerek tarihin onların eline sıkıştırdıklarıyla yetinmeye razı olmuştur.) Biz işte bu ‘post-modern durum’un dayatmalarına, bize mutlak ve nihai gerçek olarak sunduklarına karşı mücadele etmek zorundaydık. Şiir artık bambaşka bir yol bulmalı, kendisini dönüştürmeli, neo-liberal ekonomik düzenin reklamcılık, modacılık gibi sektörleri tarafından elinden alınan şiirselliğe artık yüz sürmeden, ele geçirilemeyecek bir öz olarak kendisini yeniden kurmalıydı. Kendisine yeni bir varlık bulmalıydı.

yaziyaeklei.jpg

Peki herkes bu durumun farkında mıydı? Elbette ki, hayır. (Bunu fark edebilmek için eleştirel bir bilince sahip olmak ve verili olanla yetinmemek gerekiyordu.) Zaten bu yüzdendir ki, yeni koşullara karşı eleştirel ve uyanık bir tavır geliştiremeyen 80’ler ve uzantıları “bağlamsız” bir şiir yazmaya devam ettiler. Yazdıkları şiirin yaşanan gerçeklikle hiçbir alakası kalmamıştı. Ama yine de şizoid bir tavırla, sanki hiçbir şey değişmemiş gibi, eski bildikleri şiiri yazmaya devam ettiler ve böylece kendiliğinden boşa düştüler, tarihin dışına savruldular. 80’li yılların etkisi 90’larda sürmüştür, günümüzde de bazı şairler tarafından sürdürülmeye devam etmektedir. Bunların hiçbirisi ciddiye alınacak gibi değildir.

90’larda şiirsel arayış ve yönelimler temalar üzerinden olmadı. 80’lerde sadece birer tema olan yalnızlık, ölüm, kimsesizlik, yenilgi, yersiz-yurtsuzluk ve kendini ait hissetmemek bizim için sadece birer tema ya da motif değil, iliğimizde hissettiğimiz yaşantılardı. Varlık sorunu bizim için poetik bir tema değil, ontolojik bir krizin bizi karşı karşıya bıraktığı ontolojik bir haldi. Onunla yüzleşmediğimiz takdirde “anlamlı” bir eylem içinde bulunamazdık. Öncelikle eylemin bizim için bir ‘anlamı’ olması gerekiyordu. Yoksa uğultuya karışacak bir gösteriye dönüşebilirdi her şey. Biz kendimizi gerçekleştirdiğimiz yanılsamasına uzak durduk. (Şiirimize bu varlık sorununu dahil eden şairler öncü ilk kitaplarıyla Lale Müldür, Seyhan Erözçelik ve Sami Baydar gibi şairlerdi. Bu varlık sorununu daha sonra şiirlerinin merkezine koyanlar ise ben, Serdar Koçak, Yücel Kayıran, Metin Kaygalak, Birhan Keskin, Hüseyin Kıran, Necmi Zekâ, Levent Yılmaz, Ayhan Kurt, İbrahim Kiras vd. oldu.) Kendimizi artık eski kavramlarla, biçimlerle gerçekleştiremeyeceğimizin, dışa vuramayacağımızın farkında olduğumuz için kolaylıkla yanılsamalara boyun eğmedik.

Örneğin 80’lerde acı çekmek ve bunu dışa vurmak anlaşılır ve hatta neredeyse soylu bir davranıştı. Bu acıyla duygudaşlık kurulabiliyordu; ama 90’larda acı bile, ne yaparsanız yapın, bir ‘gösteri’ halini alıyordu. Sahteliğe bürünüyordu. (Örneğin Ahmet Erhan’ın şiirlerinde durum böyledir.) Ali Şimşek’in söz konusu dergideki yazsısında belirttiği gibi, “trajik olan bile ironik hale gelmişti.” Her şey kiçleşiyor, bu kiçleşmeden şiir ve şair de payına düşeni alıyordu. 80’lerle 90’ların farkı, 80’lerin bunu fark etmeyişine karşılık, 90’ların bunu etinde kemiğinde hissetmesidir. 80’ler farkında değildi, 90’lar farkındaydı.

91’de Sovyetler’in dağılmasıyla birlikte girilen bu çıkışsız dünyada İkiz Kuleler’in çökmesiyle birlikte yeni bir gerçekliğin kapısı açıldı. İnsan yeniden varlık kazanır gibi oldu. Hiçbir şey sonsuz değildi ve dünya her şeye rağmen değiştirilebilirdi. Paradigma yeniden değişti. 2000’ler işte böylesine 90’lara göre daha özgür bir dünyada yazıyorlar ama varlık sorunu merkezi sorun olmaya devam ediyor.

YORUMLAR (10)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
10 Yorum