‘Acı çekiyorum öyleyse varım’
Kim demiş yaşamanın amacı mutlu olmaktır diye. Ki tüketmek, haz almak ve acıdan mümkün oluğunca kaçınmak mutlu olmakla birbirine karıştırılıyor çoğu kez. Sanılıyor ki, acının yokluğu mutluluktur. Acı çekmemek mutluluktur. Hatta öyle ki kapitalizmin bu neoliberal döneminde acı bir tür hastalık olarak görülüyor. İyileştirilmesi gerek bir hastalık. Hâlbuki acı hayattaki diğer tüm duygular gibi doğaldır, yaşamın bir parçasıdır ve belki de insanın olgunlaşmasının tek yoludur. Ruhsal acılar kadar fiziksel acılar da olgunlaştırır. (Bunu çevrenizde ağır hastalık geçirdikten sonra sağlığına yeniden kavuşan insanları gözlemleyerek görebilirsiniz.) Öyle ki yaşamanın amacı olgunlaşmaktır. Ve olgunluğa eriştiğinizde de, tıpkı olgunlaşan meyvelerin dalından toprağa düşmesi gibi, biz de ölür ve toprağa karışırız. Olgunlaşmak hem bir hedef ve maalesef hem de bir sondur.
Dediğim gibi, günümüzün neoliberal toplumlarında acı iyileşilmesi gereken bir hastalık olarak görülüyor. Ve acıyı tıbbın ilgileneceği, ilaçlarla üstesinden gelinip mekanik bir mutluluk halinin yaratılacağı bir ‘performans sorunu’ olarak görüyorlar. Bu ne demek? Neoliberal kapitalizm her şeyi bir performans olarak görür. Önemli olan üretimin asla yavaşlamaması, kesilmemesidir. Bunun için de işgücünün performansının artırılması ve düzenin aksamaksızın devam ettirilmesi amaçlanır. Ama, işte, acı ya da acı çeken insanın performansı düşer, üretim gücü zayıflar, ‘çalışamaz’. Acı zayıflıktır. Bu yüzden işgücü performansını (verimliliğini) düşüren acı neoliberal sistem tarafından bir arızadır. (Hastalık demekte bile insani bir yön vardır, ki günümüzde acı onarılması gereken bir aksaklıktır.) Bu nedenle onarılması için tıbba, psikiyatriye devredilir ve ilaçlarla tedavi edilerek bir mutluluk illüzyonu yaratılır. Mutlu insanlar daha iyi ve verimli çalışır.
Metis Yayınları’nın son keşiflerinden Güney Koreli filozof Byung-Chul Han’ın yeni yayımlanan ‘Palyatif Toplum: Günümüzde Acı’ (Çeviren Haluk Barışcan, İstanbul, 2022) başlıklı kitabı işte bu çok yoğun insani meseleyi çok açık ve anlaşılır bir dille ele alıyor. Kitap kesinlikle ağdalı felsefi dilden uzak duruyor. Bizimle konuşuyor. Han, kitabın 13. sayfasında diyor ki: “Günümüzde her yerde algofobi, genel bir acı korkusu hâkim. Acı toleransı da hızla düşmekte: Algofobi sürekli-anesteziye yol açtı.” Sürekli anesteziden kasıt şu: Acıdan kurtulmak için insanlar uyuşturuluyor, duyarsızlaştırılıyor ve acıyı hissetmemeleri sağlanıyor. Ama işte uyuşturulduğunuz yerde duyarsızlaşırsınız, hissedemezsiniz, dolayısıyla gerçek anlamda yaşıyor olmazsınız. Yaşayan bir ölüye, zombilere dönüşürsünüz. Halbuki yaşam ilişkilerde ve eylemde ortaya çıkar ve her ilişki kendiliğinden acıyı içinde barındırır. Acı çekiyor olmak aslında yaşadığınızın da bir kanıtıdır. Acıyı yok etmeye çalışmak aslında yaşamdan kaçmaya, yaşamama eğilimine de yol açar.
Yine Han: “İktidarın yeni formülü ’mutlu ol’dur. Mutluluğun olumluluğu acının olumsuzluğunu yerinden eder. Olumlu bir duygusal sermaye olarak mutluluk kesintisiz bir performans yetisi sağlamak durumundadır. Kendini motive ve optimize etme uğraşları neoliberal mutluluk dispozitifini oldukça verimli kılar, çünkü iktidarın fazladan bir çaba göstermesine gerek kalmaz. Bağımlı kişi bağımlılığının farkında bile değildir. Kendini özgür sanır. Hiçbir dış baskı olmaksızın kendini gerçekleştirmekte olduğu inancıyla kendini kendi isteğiyle sömürür. Özgürlük baskılanmaz, sömürülür.’Özgür ol’, ‘itaatkâr ol’dan daha yıkıcı bir zorlama yaratır.” (s. 21-22) Demek ki acı bastırılarak toplumun adaletsizlikleri, haksızlıkları ve eşitsizliklerinin üstü kapatılır. Acı bireyselleştirilir, öznel bir sorun haline indirgenir. Hâlbuki acı çeken insan acı çekmesinin nedenleri üzerinde doğal olarak düşünecek ve acının toplumsal kökenlerini belki de fark edecektir. Bu da onu düzeltmeye yönlendirecektir. Bu bakımdan acı devrimcidir. Bastırılmaya çalışılmasının bir nedeni de budur. Acı çeken insanın başkaldıracağı gerçekliğidir.
Bir de şu var: Acı çektiğimizde aslında canlılığımızı da hissediyoruz demektir. Çünkü ancak canlılar acı çeker, ölüler ‘mutlu’dur. “Acı olmaksızın ne sevmiş ne de yaşamışızdır. Hayat, rahat bir hayatta kalmaya feda edilir. Yalnızca canlı ilişki, gerçek bir birliktelik acıya muktedirdir. Buna karşılık cansız, işlevsel bir bir-aradalık bozulduğunda bile acısızdır. Canlı bir birlikteliği ölü olandan ayırt eden acıdır.” (s. 41-42)
“Acı bağdır. Acı verici durumları bütünüyle reddeden biri bağ kurma yetisinden yoksundur. Günümüzde acı verebilecek yoğun bağlardan kaçınılır. Her şey palyatif bir rahatlık alanında gerçekleşir. Aşka Övgü adlı kitabında Alain Badiou internetteki bir eş bulma sayfasının reklamına işaret eder: ‘Acı çekmeden âşık olmak çok kolay!’ Acı olarak öteki kaybolur. Ötekini bir seks öznesi olarak şeyleştiren tüketim niteliğindeki aşk acı vermez. Ötekini arzulamak olarak Eros’un karşıtıdır.” (s. 42)
Acının yaşadığımızın kanıtlarından biri olduğunu kesinlikle göz ardı etmemeliyiz. Sürekli mutluluk ancak mekanik, otomatlaşmış anestezik bir yaşam biçimiyle mümkün olabilir. Acı ayna anda gerçeklikle ilişki kurduğumuz anlamına gelir. Gerçek acı verir. Acı kaçınılacak bir şey değil, aksine derinleştikçe, hassaslaştıkça hissedilen yeni yaşam olanaklarının habercisi ve yol açıcısıdır. Yaşamayan acı çekmez. Ancak yaşayanlar acı çeker.
Bir de şunu ekleyeyim: Acı çeken insan sistem için tehlikelidir, çünkü ne zaman ne yapacağı öngörülemez. Arızadır ve sistemi de arızalandırabilir. Her şey böyle güllük gülistanlık giderken sistem akışı yavaşlatacak ya da akışın yatağını değiştirecek olasılıkları ortadan kaldırmak ister. Acı yeraltına çeker ve kendiliğinden isyankârdır. Bu bakımdan da tehlikeli ve devrimcidir.