Aşk hâlâ ‘para ediyor’…
Sana şunu söylemeliyim ki aşkın, aşkın (transcendent) sözcüğüyle yakın bir ilişkisi olmalı. Aşkın, felsefede, göz önüne alınan alanın dışına çıkan; özellikle bilinci aşan, bilincin dışına çıkan, insan bilincini aşan anlamına geliyor. Böyle bakıldığında, aşk, insanın kendini aşmasını, kendi varoluş sınırlarının ötesine geçmesini ister. Seven, sevdiğinin içinde eriyip yok olmak ister. Bu da ancak kendisinden çıkmasıyla, bir başkası, yani sevdiği olmasıyla mümkün olur.
Belki sana garip gelecek ama bir de şu var: Aşkın senin benim bilemeyeceğimiz binbir çeşidi bulunur. Bizim bilebileceklerimiz kendi hayatımızla sınırlıdır. Halbûki bizim hayatımızın mütevazı sınırlarının dışında yaşanan aşklar da vardır. Hepsi de aşk elbette, ama onun değişik yüzlerini yansıtıyorlar. Kara sevda var örneğin; tutkulu aşk var, özgürleştiren aşk, çılgın aşk, öldüren aşk, mutlu mutsuz aşklar var.
Sevme biçimleri çağdan çağa, ülkeden ülkeye de değişiklikler gösterir. Değil mi ya diyelim 17. yüzyıldaki sevme biçimleriyle günümüzün sevme biçimleri arasında fark vardır. Bu farklılık ülkeden ülkeye de kendini gösterir. Biz örneğin birer Avrupalı gibi sevmeyiz sevdiğimizi ve sevgimizi de başka türlü gösteririz. Her ülke kendi sevme biçimiyle diğerlerinden ayrılır.
Aşkın sözünü ettiğimiz binbir çeşidi kendilerini sanatta: edebiyatta, tiyatroda, müzikte, sinemada da gösterir.
Çılgın aşkın edebiyattaki en önemli örneği Gerçeküstücülüğün babası Andre Breton’un ‘Nadja’ adlı romanıdır denilebilir. Bu romanda, Breton (aynı zamanda romanın anlatıcısı, kahramanıdır) sokaklarda tanıştığı yarı çılgın bir kadına âşık olur. Bu aşk, dönemin Paris’inin kimi semtleri ve yapıtlarıyla da özdeşleştirilerek işlenir. Romanın kahramanı olan Nadja şaşırtıcı, beklenmedik bir kişiliğe sahip bir kadındır ve gerek zekâsıyla gerek davranışlarıyla Breton’u hayretten hayrete düşürür, onu aşkın derinliklerine savurur ve geldiği gibi de bir gün ortadan kaybolur.
Öldüren aşka edebiyattan vereceğimiz en önemli örnek Goethe’nin ‘Genç Werther’in Acıları’ adlı romanıdır. Bu romanda Werther karşılıksız bir aşka tutulur. Kalbini sevdiğine uzatır ama sevilen kalp reddedilir. Kahramanın sonu intiharla biter. Roman, gerek lirik anlatımının, gerekse ayrıntılardaki ince üslubun ve samimiyetin sonucu olsa gerek o dönemde birçok genç okurun da intihar etmesine neden olmuştu.
Kara sevda var bir de elbet. Bizim edebiyatımızdan ‘Ferhat ile Şirin’ kara sevdaya en iyi örneklerden birini oluşturur. (Tıpkı ‘Leyla ile Mecnun’ gibi.) Ferhat aşkı için dağları deler. Bir insanın sevdiğine kavuşmak için elinden ne gelirse, hatta elinden gelenin de ötesini yapacağını gösteren önemli yapıtlardan biridir bu. Günlük hayatımız kim bilir bilmediğimiz ne kadar çok kara sevdaya tanıklık etmiştir. Kara sevda daha çok karşılıksız aşkın bir çeşitlemesidir. Bir aşk, karşılık görmeyince tutku daha da kabarır; bir pınar gibi taşar. Sevgiliye duyulan özlem dayanılmaz boyutlara ulaşır. Gece ile gündüz birbirine karışır. İnsan yemeden içmeden kesilir. Solgunlaşır. Dünyaya ve çevresindeki insanlara ilgisi azalır. Yaşayan bir ölüye döner. Bunun yegâne çaresi sevgiliye kavuşmaktır. İşte o zaman yeniden dünyayla barışılır, insan içine karışılır, yüze renk gelir. İnsan sevdiğinin varlığı içinde eriyerek kendini sevgilisinde gerçekleştirir. Ama kara sevda bütün bunların mümkün olmadığı, aşkın karşılıksız kaldığı sevdadır.
Özgürleştiren aşktan söz etmiştik. Bu aşkı şiirde en iyi yansıtanlar arasında Fransız şairleri Jacques Prevert ile Paul Eluard sayılabilir. Hayatın içinden fışkıran bir hüzünle sıvadıkları şiirlerinde yine hayatın içinde yaşanan sıradan görünümlü aşkı, ama bu aşkın olağanüstü mucizelerini göstererek anlatırlar. Lirik şiirleri gündelik dilin şiirselliğiyle muhteşem bir sese ulaşır.
Aşkın çağdan çağa da değişiklikler gösterdiğinden söz etmiştik. Günümüze baktığımızda bunu çok daha net olarak görebiliriz. Yukarıda sözünü ettiğimiz aşk çeşitlerinden çoğu eski çağlarda daha yoğun olarak yaşanıyor, sanata da o denli yoğun bir biçimde yansıyordu. Şimdi, günümüzde ise, insanlığın bu en yüce duygusu bile pazar ekonomisinin dayatmalarıyla metalaştı. Aşk bir meta artık. Kapitalist ekonominin ve bunun getirdiği yaşam biçimlerinin sonucu olarak sevme biçimleri de değişti. Artık bir alışveriş boyutuna geldi. Aşk karşılıklı alınıp satılan bir ‘mal’ halinde neredeyse artık. Sevme biçimleri değişti. Şimdi artık parfümleri, ‘marka’ giyimleri seviyoruz. Rujlara, şampuanlara, arabalara âşık oluyoruz. Kapitalist ekonomi aşkın şiirselliğini her yerde, her fırsatta kullanmaktan çekinmiyor. Reklamlarda en çok kullanılan tema aşk. Ürünler, sanki o ürünlere âşık olmalıymışız gibi bir imaj çizilerek pazarlanıyor. Aşk hala ‘para ediyor’. Hem de iyi ‘para ediyor’. Günümüzde her yerde, her zaman aştan söz ediliyor ama aşk ortada yok. En az bulunan şey. Zira aşkın dayanamayacağı şey sanallaşmadır. Günümüzde aşk ne yazık ki sanallaştı. Yani aşkın taklidi ortalarda geziniyor ama hakikisi kayıplara karışmış durumda. Hakiki olmayan aşk, aşkın sadece zavallı bir taklididir.
Aşkın, aşkınlıkla bir ilgisi olması gerektiğini belirtmiştik. Evet, aşk insanın kendisinden çıkmasını gerektirir. Kendinizden çıkacaksınız ki kendi dışınızdaki birisine ulaşabilesiniz. Bu da her şeyden önce cesaret gerektiriyor. Aşk cesaret ister. Aşk olduğu gibi olmak gerektiğini söyler. Bir rüzgârın esişi gibi doğal olalım ister. İşte günümüzde ne yazık ki, her alanda olduğu gibi, aşkta da doğallığı yitirmiş bulunuyoruz. ‘Doğal aşk’ nadir rastlanan şeylerden biri oldu. Tıpkı ‘gerçek aşk’ın ortalardan kaybolmuş olması gibi.
Halbûki sevmek doğal, gerçek, samimi olmayı gerektirir. Sabahleyin yaprakların üzerine düşen çiy taneleri gibi saf olmayı gerektirir. Ne kadar karmaşık olursa olsun yalın ve sade olmayı gerektirir.
İçe akan serin sular gibi doğal bir biçimde akmayı ister aşk. Sevme biçimlerini alt üst ederek, kategorileri yıkarak kendisini ileri sürer.
Sevme biçimi, aşkın bize verdiği olmalıdır.