Aşkın imkânsızlığı üzerine bir diyalog: Sevildiğine inanmak da zor...
Belki âşık değilsin de sana öyle geliyordur; yani öyle sanıyor olamaz mısın?”
“Belki de, bilmiyorum. Ama şundan eminim: Sanmam ile gerçekten âşık olmuş olmam arasındaki farkı nasıl ayırt edeceğim? Sanmak, aslında gerçeği öyle algıladığım için gerçeğin ta kendisi değil midir?”
“Yani şunu mu söylemek istiyorsun? Gerçek ile gerçek sandığın şey arasında insan için pek de bir fark yoktur, çünkü gerçek ile gerçek sandığın şeyi birbirinden ayırt etmek imkânsızdır. Çünkü sandığın şey gerçekliğin ta kendisi haline gelir… Aksi ortaya çıkana dek.”
“Elbette, dolayısıyla bir şey daha başlamadan ya da başladığı an onun gerçek ya da sanılan bir şey olup olmadığı üzerinde düşünmek insanı yeni yaşam imkânlarından dolayısıyla gerçeklikten mahrum kılar. Belki de hayattaki tüm olgulara, bu arada duyguları da önyargısız olarak karşılamak, gerçekliklerini en başından sorgulamamak gerekir, çünkü bunu önceden ayırt edemeyiz… Gerçek mi değil mi zaman içinde anlayabiliriz ancak. Ayrıca anladığımız şeyin doğru olduğundan nasıl emin olabiliriz? Ve bundan dolayı da kaybedeceğimiz hiçbir şey olmaz. Cesur ve açık olmak gerekir. Ki bu da hiç kolay değildir.”
“Anladım, evet hiç de değildir..”
“Umarım doğru anlamışsındır.. Hem gerçekliğin onu algıladığımızdan veya hissettiğimizden başka bir şey olabileceğini düşünmek ne kadar da kibirli bir tavırdır. Hayatı olduğu gibi kabullenmek gerekir. Acıdan da korkmamalıyız, çünkü acı hayatın bir parçası değil mi aslında? Hem acı çekmeyi göze almadan nasıl gerçek bir mutluluğa, bırak mutluluğu gerçeğin kendisine ulaşabiliriz ki? Ki gerçek daima hayata, dolayısıyla olgunluğa, dolayısıyla mutluluğa götürür.”
“Yani kendini aşka düşmüş hissediyorsun… Ne mutlu sana!”
“Dur bakalım, aşkın öyle mutluluk verici bir şey olduğunu söyleme hemen… Çünkü çok fırtınalıdır, yani gerçek aşklar demek istiyorum… Acı ile neşe ve tabii keder ile mutluluk içi içe geçmiştir. Hatta bir zamanlar beni seven biri ayrıldığımızı düşündüğü anlarda büyük bir kahır yaşadığını söylerdi. Kahır kederden de daha acı verici bir şey değil midir? Hem aşkta derinin yani kabukların soyulması yani zırhların delinmesi gerekir ki aşka açık olabilesin. İnsan ancak kendini azalttığında, yani yüklerinden kurtulduğunda kendisine denk olabilir, açıkça görünür hale gelir. Eğer kendini soymazsa görünür olmaz, dolayısıyla gerçekten ona yönelebilecek, aslında onu arayan bir insanla karşılaşma imkânından yoksun kalır. Aşk gerçekleşebileceği halde gerçekleşmez. Kim bilir hayatımız boyunca ne kadar çok âşık olma ihtimalinin farkında olmadan yanında geçmişiz, onu ıskalamışızdır. Sırf kendimiz olmaya cesaret edemediğimiz için..”
“Öyle ama, insan nasıl kendisi olabilir ki bunca gürültünün içinde, bunca uğultu onu sağa sola çekiştirirken?”
“Tabii kendisi olabilmek öyle herkesin harcı değildir, çaba göstermek gerekir. Öncelikle kendi varlığımıza kulak kesilmeliyiz ve onu dinlemeliyiz. O bize sürekli bir şeyler söyler. Varlığımızla kendimiz arasında sürekli bir diyalog vardır, söyleşirler birbirleriyle… Ama çoğumuz bunu fark etmez bile. Ancak çok keskin kulaklara sahip olanlar, derisi ince olanlar bu sesleri duyabilir. Varlığımızla kendimiz arasında ahenkli bir söyleşi tutturduğumuzda gerçek anlamda hem varlığımızı hem kendimizi bulmuş olabiliriz. Kendimizi ve varlığımızı bulmak aslında bu dünyadaki yerimizi, dolayısıyla hangi boşluğu doldurduğumuzu, ya da dolduramadığımız, içinde yaşadığımız ama tamamlayamadığımız boşlukların neler olduğunu bize gösterir. Ancak kendimizi doldurduğumuzda tam gerçekliğimize kavuşabiliriz ve bize ihtiyacı olan birinin boşluğunu doldurabilir, onun yarasına merhem olabiliriz. Aşk aslında tamamlanmaktır, bu da aynı zamanda bir başkasının sizi tamamlamasıdır, ancak buna açık olmak ve izin vermek gerekir. Aşkı tehdit olarak algılamamalı. Aşk acıyla ve tehditle iç içedir, ama ancak bu tehditle acıyı göze alanlar gerçek aşka kavuşabilir.”
“Çok tuhaf aslında biraz da çelişkili gibi çünkü âşık olup olmadığımızdan asla emin olamayacağımızı ve mucizevi bir mutluluk vesilesi olması gereken aşkın acıyla hatta kahırla iç içe geçmiş olduğunu söylüyorsun…”
“Evet, tam da öyle söylüyorum. Evet, aşk şiddetli bir sevgidir, bağlanıştır, tutkudur, hatta neredeyse her şeyin en yüksek şiddette yaşandığı ilkel denilebilecek bir duygudur. Bu duyguya tensel istek de karışmıştır. Türkü diyor ya: ‘Sevda baştan gitmiyor/ Sarılıp yatmayınca.’ Ama gene de ne sevdiğinden ne de sevildiğinden tam olarak emin olamazsın. Sevdiğinden emin olamamak konusunda konuşmuştuk.
Sevildiğinden de emin olamazsın, çünkü sevildiğine dair sürekli her an yeni bir kanıt beklersin. Sevilen bunu hep bekler. Sevildiğinin sürekli kanıtlanmasını ister. Bu karşılıklı bir bekleyiştir. Ama bu beklentiler hiçbir zaman tam olarak karşılanamaz. Bundan dolayı da acı ve kahır otaya çıkar. Sanki hep bir eksiklik vardır ve bu hiç tamamlanamaz.”
“Yani sevildiğine inanmak da zor, hatta neredeyse imkânsız..”
“Maalesef öyle..”
“Bir de şey dedin, aşk ne kadar şiddetli ve belki ilkel ama aynı zamanda ulvi bir şey de olsa gene de aynı zamanda tensel bir şey.. Bu aşkın doğasına aykırı değil mi?”
“Elbette ki hayır.. Çünkü insan bir başka insanı yani bir varlığı sever. Seven somut olarak var olan bir canlıyı sever. Onun saçının savruluşunu, gülüşünü, sesini, bedenini, gözlerini, ellerini, omuzlarını, boynunu, tavırlarını sever. O sevgi daha sonra o varlıktan kopup ulvi ve soyut bir sevgiye dönüşebilir. Ama önce insan bir varlığı sever. O varlığın her bir uzvu onun gözüne ilahi bir anlamla görünür. İlahi bir seviyeye ancak somut, tensel bir varlıktan kaynaklanarak ulaşabilir. Zaten öyle değil midir? Sevene sevilen dünyanın en mucizevi biricik eşsiz benzersiz bir varlık olarak görünür. Onunla yapılan herhangi sıradan bir şey bile sanki mucizevidir. Bir bankta oturup saatlerce denizi seyredebilir ve yine de zaman bir an içinde geçer. Bu en müthiş duyguların yaşandığı olağanüstü güzel bir zaman olarak gelir ona. Halbuki sadece saatlerce bir bankta oturmuşlardır, öyle değil mi? ”
“Ama gene de olağanüstüdür…”
“Çünkü sevdiğin yanındadır. O süreyi olağanüstü kılan sevdiğinin varlığıdır. Karşılıklı bir akış, bir tür gel-git yaşanır. Ama unutmamak gerekir ki deniz karaya vurduğu gibi geri de çekilir. Aşkın ölümsüzlüğü fanilikle sürekli tehdit edilmektedir sanki.”