Kültür: Kent-soylu zaman ve mekân

Geçtiğimiz yazıda öne sürdüğümüz iki ‘düğüm’ü şimdilik bir kenara bırakalım da ‘En Büyük Anlatı: Kültür’ün yuvalanma yerinin giderek kent olduğu vurgusunu öne çıkaralım. Üstelik bu kent-soylu kültür nasıl da had hudut, yer ve zaman tanımaksızın ‘bozkır’ları da istila etme cüretini gösteriyor: En ücra köyde, hatta mezrada bile TV antenleriyle karşılaşmıyor muyuz? Afrika’nın neredeyse balta girmemiş ormanları diyebileceğimiz yerlerinde, geleneksel kıyafetleri –ki onların kıyafetleri çoğunlukla mahrem yerleri örtülmüş çıplak vücutlarıdır- içinde, gelişkin kültürlere göre (!) –ne demekse gelişkin kültür!- ilkel bir hayat sürdüren yerlilerin sazlıktan evlerinin çatılarında da aynı TV antenleri. O antenler, o yerin, o hayatın gerektirdiklerinin dışında, ilgisiz, ‘hayali dünyalar’ öneren mesajlarıyla ‘yerlileri’ boşluğa asıyorlar. Hayatlarını ve kişiliklerini, demek varlıklarını çatlatıyorlar. (Var olan durumu saptamak ve ona karşı uyanık karşı-öneriler ve eylemler geliştirmek, naif, giderek mızmızlanmaya dönüşen mıymıntılıkla olamaz. Tarihte geriye dönüş mümkün olmadığına, yaşananlar yaşanmamış, olan bitenler olup bitmemiş sayılamayacağına göre, ilkel, mekanikleşmemiş Doğa’ya dönüş nostaljisi bir tür ahmaklıktır: Özlem, özleneni getirmez.)

İnsanın kendi yarattığı kültürel anlatının birkaç yüzyıldır hem yuvarlandığı, hem ürediği yer olan kentlerde zaman yoktur; da süre vardır. Şu: Zaman, benim bildiğim, dünyanın kendi çevresinde dönerken, aynı anda güneşin çevresinde dönmesidir. Günler gecelere, haftalara, aylara, yıllara ve en nihayetinde bir ömre toplanarak bütünsel bir akış oluşturur. Ama ancak kentlerde zaman, süre’lerin birbirini takip etmesi, birbirine bağlanması, birbirine sirayet etmesiyle Zaman haline gelmiyor. Kentte –ki zamanölçer saatin geliştirilmesinde, kent-soylu hayatın, üretime, vardiyaya, mesaiye dayalı gereklerinin yadsınamaz etkisi vardır- süreler ve bu sürelerin sınırları içinde yaşananlar bir bütünlük oluşturmuyor. Örnek vermek gerekirse: Saat 13.00’ten 14.00’e kadar bir iş yapıyoruz. Oradaki davranış biçimlerimiz, o işin gerektirdiklerine uygun. Daha sonraki bir saatlik süre içinde ise diyelim bir başka iş yapıyoruz: Oradaki davranış biçimlerimiz de bu başka işe bağlı olarak başkalaşıyor. Bu arada diyelim iki iş arasında bir boşluk oluyor da bir yerde çay filan içiyoruz: bu çay içme eylemi kendinin karşılığı değil, aradaki boşluğu doldurma işlemi haline geliyor: Çay içmiyoruz aslında, boşluk dolduruyoruz. Bu peş peşe gelen, ama aslında ardışıklık oluşturamayan yaşantılar ve onları çerçeveleyen süreler, birbirinden kopuk, ve birbiriyle anlamlı bir bütünlük oluşturamıyor: Hayat olmuyor! Demek kentte süre, Zaman haline gelmiyor; demek kentte yaşantılar bir hayat oluşturmuyor. Mekâna ve hıza bağlı Zaman, kent-soylu kültür ve hayat içinde varoluşu çatlatıyor: Şizofrenik, çok-kişilikli acayip varlıklar olarak bir illüzyon içinde debeleniyor. Kendi hayatlarımızı değil, kentin hayatını yaşıyoruz.

Kent-soylu mekân ise bütünlüklü bir kavrayış oluşturmamıza olanak sağlamayacak bir perspektif karmaşası yaratıyor; ki perspektif en nihayetinde hiyerarşik bir algılama alışkanlığı yaratır. Üstelik kent-soylu perspektif hükümranlığını hem dikey hem de yatay olarak kurar. Hem önümüzü göremeyiz, hem de başımızın üzerindekini: gökyüzünü. Kentin insan-yapımı ve kapitalist üretim biçiminin gereklerini yerine getirmek üzere düzenlendiğini (ah, kapitalizmin baskıcı mimarı le Corbuisier!) hiç unutmayarak, perspektifin bu kent-soylu dünya tasarımının önceliklerini yansıttığını, kendisince bir önem sıralaması yaparak perspektifimizi belirleyip yönlendirdiğine uyanmalıyız. Örneğin, bir sokakta başka bir dünya yaşanırken, onun arkasındaki sokakta yaşanan bir başka dünya daha olduğunu çoğunlukla hesaba katmayız. Kentin bir sokağındayken diğer sokaklarında neler olmaktadır, bundan haberimiz bile olmaz. Neredeyse her sokak bir başka gerçeklik’in yaşandığı yerlerdir ve birbirinden kopuktur. Bu yatay perspektif hükümranlığı. Dikey perspektifte ise uluslarüstü büyük şirketlerin ikiz kuleleri. Halbuki bunların arasında, izi ve gölgesi bile görünmeyen –ki onların gölgeleri büyük gölgeler tarafından yutulmaktadır- işçilerin ve küçük adamların gecekonduları. (Ulus’ta birden karşınıza çıkan gecekondu mahallesini hatırlayın!) Ve bu uzun boylu gökdelenlerin göğü deldikleri yerde açılan yarıkları ve oradan akan kanı gören var mı? Hepimiz havada çakan havai fişeklerin göz boyayan ışıklarına vuruluyoruz. Kent bir ormansa eğer -ki öyledir- orada sadece ağaçları görüyoruz. Ormanın bütününden haberimiz yok.

Bu kent-soylu perspektifin baskıcı hiyerarşisine ve buna karşılık ‘atlara binen bozkırlar’ın tüm bağlantılardan azade zaman, mekân ve perspektifine gelecek yazıda değineceğiz.

Kent-soylu yaşamın nasıl bizi hayattan dışarı attığına ve yapay bir dünyada, akvaryumda balıklar gibi yaşamaya mahkûm ettiğine o zaman nasıl da şaşacağız!

Tabii konu sonunda yine Dil’e gelecek ki biz Varlığın Dili’nin peşinde değil miydik?

YORUMLAR (10)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
10 Yorum