Şair kimliksizdir…
Şair kimliksizdir. Fransız filozof Pascal, “Başka türlü hayatları vardır âlimlerin,” demiş. İşte şairlerin de dışarıdan bakılınca hemen anlaşılamayan, nasıl olduğu bir türlü kavranamayan, çoğunlukla dünyanın dengelerine uymayan, belirsiz, öngörülemeyen ve sarsıntılı bir hayatları vardır. Ama bu demek değildir ki bir iç dengeleri yoktur onların. Eğer öyle olsaydı yaşayamazlar, darmaduman olup giderlerdi. Ama biz işte bu iç dengeleri anlamakta zorlanırız.
Şair kimliksizdir. Şairden belli ‘şairane’ kalıplara, davranış biçimlerine uygun olmaları beklenir. Örneğin şairler hülyalıdır, paraya pula önem vermezler, dalgın ve düşüncelidirler, hayalperest ve romantiktirler, çapkındırlar, güzelliğe âşıktırlar, duygusal ve duyarlıdırlar, vs vs. Bunlar hep şairlere yakıştırılan niteliklerdir ve çoğu da geçerlidir. Çoğu şairde bu özelliklere rastlanır ama işte bütün bunlar tarihin getirdiği nitelemelerdir, hazır kalıplardır, önyargılardır. Şairden bu nitelemelerin belirlediği kimliğe bürünmeleri, bütün bunları bir giysiyi giyinir gibi üstlerine giyinmeleri, böyle olmaları beklenir, hatta talep edilir. Oysaki bunlar tanımlamalardır ve her tanımlama gibi sınırlayıcıdırlar. Kimlik, belki eyleme geçmek, kendinizi gerçekleştirmek için size bir dayanak olabilir, ama seçimlerinizi ve hayatınızı sınırladığı, algılarınızı ve düşünmenizi kısıtlayıp belirlediği, kimliğinizin dışına çıkmanızı engellediği, sadece olduğunuz kişi olup başka bir kişi olmanızın önünde set olduğu, böylelikle de başka kimlikleri anlayıp onlara nüfuz etmenize ket vurduğu, dünyaya, çevrenize ve diğer başka insanlara kimliğinizin sınırladığı tek bir yerden, tek bir açıdan bakmanıza yol açtığı da doğrudur. Kimlik bir hapishanedir. Sizi içeri mahkûm eden hücredir, monad gibisinizdir, ve hepsi de birer monad olan, yani statik kimliği bulunan diğerleriyle temas etmenizi önlediği de gerçektir. İşte bu yüzden diyorum şair kimliksizdir diye. Zira, o şairlik de olsa belirli bir kimliğe sığmaz, onu aşındırır ve ondan taşar. Şair, şair kimliğinin de içine sığmaz, onu reddeder; gerçek şair böyledir. Ona biçim veren sınırları deler ve kırılan şişedeki su gibi rastgele ama gene de bizim anlayamayacağımız bir mantığa uygun olarak dağılır, saçılır ve dağılıp saçıldığı her yere iz bırakır. Şiir iz bırakır, şair iz bırakır yaşadığının belirtisi olarak ve onun izlerine rastlayanlar onu takip edebilsinler diye…
Şair kimliksizdir. Yani her şeydir, dolayısıyla hiçbir şeydir, herkestir, dolayısıyla hiç kimsedir. Şair dağdır, deredir, denizdir, sudur, topraktır, ağaçtır, ekilmemiş tarlalardır, onların hepsi olduğu için işte onlar şair aracılığıyla konuşur. Şair kendi adına konuşmaz, varlıklar ve hakikat adına konuşur. Konuşur da demek yeterli değil, varlıklar ve hakikat adına onlar tarafından konuşturulur. Dolayısıyla şair olanlar dağdır, deredir, denizdir, sudur, ekilmemiş tarlalardır, hiçbir kimliğe hapsolmayan şair geçirgendir, şeffaftır ve varlıkların kendisi aracılığıyla kendilerini göstermelerine aracı olur. Böyle bakılınca şair aslında etkin değil, edilgindir. Aktif değil pasiftir. Tek etkinliği kendisini nötrleştirerek varlığın kendisi aracılığıyla konuşmasına zemin hazırlayacak çalışmaları, deneyleri yapıp şiire zemin hazırlamasıdır.
Bunu ilk kez fark eden ve kendi varlığı üzerinde acımasız deneyler yaparak bu sonuca ulaşan, “Ben bir başkasıdır,” diyen Arthur Rimbaud’dur. “Ben bir başkasıdır,” demek aynı zaman da “Başkası bendir,” demek anlamına da gelir. Rimbaud bir varlık olarak kendi sınırlarının dışına çıkmak istiyordu. Böylece dünyayı kendi bulunduğu yerden tek-yönlü olarak algılamayacak, deneyimlemeyecek, ama işte bütün varlığı içselleştirerek geçirgenleşecekti. Rimbaud, konuşmak değil, varlığı kendisi aracılığıyla konuşturmak istiyordu. Bu anlamda Rimbaud’nun insanın varoluş koşullarının, dolayısıyla sınırlarının dışına çıkarak kendisini yok eden ilk şair, ilk insan olduğunu söyleyebiliriz. O belirli bir kimliği giyinmek değil, üstündekilerin hepsini çıkarıp atmak istiyordu.
Böyle bir yazı yazma ilhamını bana çok mükemmel kitaplar yayımlayan Eskişehir merkezli Yort Kitap’tan çıkan Franco ‘Bifo’ Berardi’nin “Nefes, Kaos ve Şiir” adlı kitabı verdi. Nalan Kurunç’un başarılı çevirisiyle yayımlanan kitap zannımca birçok şairin ve şiir üzerine düşünen felsefecinin başucu kitabı olabilecek nitelikte bir eser. Kitabın bir yerinde kimlik meselesine dair şöyle muhteşem satırlar yer alıyor: “Kimlik kavramı bir dalavere, bir yanlış anlamadır. Kimlik, geçmişteki birtakım kişilik özelliklerinin geleceğin tahayyülüne yansımasıdır. Kimlik yoktur, sadece kimliklendirme vardır. Kimlik, psikolojik ihtiyaçlara veya politik niyetlere göre, karmaşıklığı genellikle öngörülebilir bir davranış modeline indirgeyen bir tanımlama sürecidir. Kimlikler mütemadi bir oluş sürecinde var olurlar ve kültürel evrim yumurtalıklara veya sperme veya ten rengine bağlı değildir – okullara, kitaplara, arkadaşlığa, kaynakların ve teknolojinin paylaşımına bağlıdır. Kimlik, ortak bir geçmişe ait muhayyel bir algıya dayanır; kültürel oluş ise toplumsal hayatın bugünkü anına kayıtlı gelecekleri öngörür.” (s. 78) “Baskıcı olmayan bir topluluk, sadece kimliksizleştirme yoluyla ortaya çıkabilir. Otoriter olmayan bir toplum, varlık (being) topluluğuna değil sadece oluş (becoming) topluluğuna dayanır; bellek topluluğuna değil, yalnızca deneyim topluluğuna; teritoryal topluluğa değil, yalnızca geçici olarak bir yerde bir araya gelen ve daha sonra isterlerse istedikleri zaman tekrar dağılabilen ve buluşabilen göçebe insanların topluluğuna dayanır.” (s. 79)
Yakında çıkacak olan ‘Bu Çağ’ dergisinde de kapak konusu yapmayı düşündüğümüz ‘Türkiye’nin Ruhu’ adlı dosyayı da bu çerçevede hazırlamak gerektiğini düşünüyorum. Ne Doğu’ya ne de Batı’ya ait olan (yani hem Doğulu hem de Batılı olmayan) ülkemiz toplumu belki de, belki de değil büyük oranda kimlik kargaşası yaşıyor. Kendini bir yere konumlandıramıyor, bir yere ait hissedemiyor. Halbuki bu özelliğimiz işte bizim gerçek özelliğimiz ve aidiyetimizdir. Biz aradayız, araya aitiz. Bu aradalık, bir kimliksizlik duygusu bize yeni düşüncelerin ve yaşam biçimlerinin kapısını açabilir. Yeter ki kendi varlığımıza aşağılık kompleksiyle, sanki bir taraftan birine aite olmamız gerekiyormuş gibi yaklaşmadan kendimizi olduğumuz gibi kabul edelim, kendimizi olduğumuz gibi görelim.
Gelelim bir de şairin politik kimliğine. Şair ne solcu, ne sağcı, ne İslamcı, ne muhafazakâr, ne Batıcı, ne de Doğucudur. Hiçbir ideolojiye bağlanmaz. Onun bağlı olduğu yegane şey Şiirdir. Kaskatı kesilmiş bir kimlik olarak giyinmeyi reddettiği şairliğe, onun getirdiklerine bağlı, ona karşı sorumlu, onun ahlakını yaşayan kişidir. Şairlik zaten yeterince yüce ve önemli bir mertebedir. Hiçbir ideolojik bağlılık onun yüceliğine ulaşamaz, aksine ona ket vurur. Şair, ancak şiir aracılığıyla görünür olabilecek gerçeklikleri açığa çıkarır, onlara vücut kazandırır. Bu ne kadar yüce bir iştir! İnsanları belki de hiç yaşayamayacakları gerçekliklerle, duyarlıklarla karşılaştırmak, onları tecrübe etmesini sağlamak, bu şekilde de insanları bir araya getirerek toplu yaşamalarını kolaylaştırmak şiirin pek de fark edilmemiş işlevlerinden biridir. Şiir hiçbir işe yaramaz denir. İnsanların birbirlerine yaklaşmasına, birbirlerini anlamalarına ve oldukları gibi kabul etmelerine yardımcı olmak azımsanacak bir iş midir?
Şair tek bir kişi, dolayısıyla sınırlı bir kimlik değil, sayılamayacak kadar çok kişi, dolayısıyla çoğul bir kimliktir. Tek bir kimlik, o şair kimliği de olsa, içine sığmaz.