Türk entelektüelinin bir avuç insana seslenme trajedisi

Entelektüel dediğim, düşünen ve düşündüğünü toplumun önüne cesaretle süren insan. Öyle ki, düşünceleriyle toplumun ufkunda yeni açılımlar yaratmayı amaçlar; toplumu dönüştürmeyi hedefler, öncelikle de onu etkilemeyi amaçlar, insanlarla ilişki kurmak, onlarla konuşmak isteğini duyar. En azından entelektüelin, demem o ki şairin, yazarın, ressamın, sinemacının, tiyatrocunun, kısacası sanatçının evrensel kişilik tanımında bunlar vardır. Öyle ama peki bizim ülkemizde bu evrensel, hatta tarihsel tanım karşılığını bulabiliyor mu? Entelektüelin Türkiye’de doldurduğu bir boşluk, kapladığı bir alan var mı? Entelektüel ülkemizde sahici bir varlık mı? Tanımının içi doluyor mu? Entelektüel ülkemizde varlık buluyor mu? (Son zamanlarda beni bunaltıyor bu düşünce, yani entelektüelin ülkemizde bir karşılığının olmadığı, bir varlık bulmadığı düşüncesi, ki bu bir düşünce olmaktan da öte bir varlığımı sıkıştıran bir duygu. Yani daha derinden yaşanan, bir düşünce olmakla yetinmeyip bir ruh hali olmaya yeltenen bir saldırı. Sadece düşünsel bir tehdit de oluşturmuyor üstelik, varoluşa yönelik bir tehdit aynı zamanda.)

Öncelikle, hemen, hiç sözü döndürüp dolaştırmadan şunu söyleyeyim: Ülkemizde entelektüelin, entelektüel çabanın karşılığını bulduğu bir ortam olduğunu söyleyemeyiz; böyle bir ortam yok. Entelektüelin varlığını anlamlı bulması için öncelikle ona ihtiyaç duyan bir kitlenin olması gerekir. İşte ülkemizde böyle bir kitle yok. Yani ülkemiz halkı entelektüellere ihtiyaç duymuyor. Onun fikirlerini gereksinmiyor, ondan kendi sorunlarına ya da gerçekliğe dair düşüncelerini duymak istemiyor. Yok eğer böyle değil de bunun tersi olsaydı, yani kitle entelektüele ihtiyaç duyuyor ülkemizde diyebilseydik, o zaman sayısal bir çoğunluk olması gerekirdi ortada. Halbuki, bilindiği gibi, ülkemizde kitaplar sadece birkaç bin basılıyor, bunlar da birkaç yıl içinde ancak satılıyor, demek ki bir yazarın gerçekliğe ilişkin önerilerini ortaya koyduğu, ilettiği düşünceleri ancak birkaç bin kişi tarafından öğrenilmeye değer bulunuyor. Ki bu bunların tamamının da okuduğunu söyleyemeyiz, demek ki daha da az. Öyleyse bir entelektüelin kendisini muhatap tutacağı bir kitle yok ülkemizde. Entelektüel bir boşluğa doğru konuşuyor. Bu boşluktan ona sözlerinin yankısı dönmüyor. Bir karşılıklı iletişim oluşmuyor. Entelektüel, varsayımsal bir dünyada, kendi çalıp kendi oynuyor. Karşılığını bulamıyor.

Bu durumun sorumluluğunu yine entelektüellere yükleyebiliriz gibi bir düşünce ileri sürülebilir burada. Yani şu: Bizim entelektüelimiz kitleden kopuk denilebilir. İşte onun için bu boşluğun içinde asılı, böyle trajik bir işlevsizliğe yazgılı. Böyle bir düşünce oldukça toptancı bir düşünce olur. Entelektüel faaliyet içinde olan herkesin toplumun direkt ilgisini çeken, onun kısa vadeli ihtiyaçlarını karşılayan bir faaliyet göstermesi beklenemez. Ama kimileri toplumun acil sorunlarını çözmeye yönelik bir entelektüel faaliyet içindeyken, örneğin kimileri de dilbilimle, ya da ontoloji gibi felsefenin çok spesifik bir alanında faaliyet gösterebilir. Bunlardan birincisi ‘şimdi’ye yönelikken, diğeri toplumun ‘geleceği’ne yöneliktir. Belki çok acil olmayan, ama hiç kuşku yok ki belirli bir ihtiyacı karşılayan bir faaliyettir. Demem o ki, toplumla bağ kurabilmek demek, toplumun acil isteklerini karşılamak değildir sadece. Entelektüelin gerçeğin peşinde olmak gibi, belki ilk bakışta fazla elit ve yararsız görünebilecek bir arayışı da olmalıdır. Ülkemizde entelektüelle kitlenin bağlarının kopuk olduğunu söylemekten önce, böyle bir bağın hiç kurulamamış olduğunu söylemek daha doğrudur. Bu ülkede kitlenin entelektüel denen kişiye ihtiyaç duymadığını söylemeliyiz. Bu ülkede entelektüel talep edilmiyor. Böyle bir kitle olmadığı için de entelektüel faaliyet anlamını bulamıyor, yapay bir faaliyet haline dönüşüyor, giderek de şizofrenik bir veçheye bürünüyor. Yani şunu demek istiyorum: Bizim ülkemizde de, tıpkı diğer ülkelerde olduğu gibi kitleden kopuk entelektüeller olduğu gibi kitlenin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan entelektüeller de vardır. Bu her ülkede böyledir. Bu gerçeği sükûnetle ele almak gerekir.

Örneğin, şu imza kampanyalarını, entelektüellerin bildiri yayımlayıp imzalamalarını ele alalım. Bu bildirilerin, belirttiğim nedenden, yani ortada tepki verecek bir kitle olmamasından dolayı hiçbir anlamı yoktur. Hiçbir işlevi yerine getirmemektedirler. Şekilde kalmaktadırlar ve ahlaki bir yükümlülüğün yerine getirilmesinden ibarettirler. Yani buradaki mantık şudur: Bir entelektüel böyle bir olaya karşı tepki göstermelidir, öyleyse biz de tepkimizi gösterelim. Bu tepki ne yazık ki hiçbir etkide bulunmuyor. Zaten ülkemiz entelektüelinin böyle şizofrenik bir yarılma içinde bulunmasının nedeni de ortada etkide bulunulacak bir kitlenin bulunmayışıdır. Bu kitle başka şeylerle ilgileniyor, entelektüelin ne dediğine kulak bile vermek istemiyor. Onun ilgileri başka, o başka şeyleri arzuluyor. O kendinden geçmek, eğlenmek, uyuşmak istiyor.

Ülkemizde bazı kitaplar yüz bin satıyor örneğin. Bu satışı tutturan bir kitabın bir etkide bulunduğu düşünülmelidir değil mi? Ama, hayır, hiçbir etki oluşmuyor kitlede, o kitabın neden yüz bin sattığı anlaşılamıyor, ortaya bir anlam çıkmıyor, çünkü kitle o kitabı hayatına değdirmiyor, sanki hiç okunmamış gibi oluyor o kitap. Halbuki yüz bin satan bir kitabın belli oranda da olsa kitleyi etkilemesi, hatta onu dönüştürmesi beklenir. Olmuyor böyle bir şey. Bir kitabın yüz bin satması sanal bir kâbusa dönüşüyor. Yazar da böylece yüz bin kere yabancılaşıyor kitabına, çünkü o dönüştürmeyi beklerdi. (Burada kitlenin hayatına değecek, onu dönüştürecek kitapların yazılmadığı söylenebilir. Ama bu da toptancı bir yargı olur, zira yazılan binlerce kitabın içinde az da olsa bu tür kitaplar, gerçeği açığa vuran can yakıcı eserler de bulunabilir. Dolayısıyla böyle bir sav ileri sürmek yeterli olmaz. Sorun şu: Kitle halinden memnun, dönüşmeyi istemiyor. Dönüşmeyi isteyenler de o kadar az ki kayda değer bir kitle oluşturamıyorlar.)

Ülkemizde entelektüel faaliyet bir avuç insanın bir avuç kişiye seslenmesinden ibaret, ben diyeyim bin, siz deyin üç bin, beş bin. Sayısal bir çoğunluk, ele avuca gelir bir kitle olmayınca entelektüel faaliyetin bir anlamı da olmuyor. Zira entelektüel faaliyet kitlenin içinde yayılmalıdır, bin kişiye yayılıp da yetmiş milyon kişiye etkide bulunmayınca boş bir çaba olmaya mahkûm kalıyor. Yayılmıyor, yaygınlaşmıyor, etkide bulunmuyor, dönüştürmüyor.

Peki bütün bunlara rağmen neden ülkemizde hâlâ bir avuç da olsa insan böyle bir faaliyette bulunmakta ısrar ediyor. Kimi sadece bir mesleği icra ediyor, akademisyenlik gibi, yani hayatını böyle kazanıyor, böylece de kendi faaliyetine yabancılaşıyor, kimi böyle bir faaliyette bulunmaktan haz alıyor, kimi şizofrenik bir ruh hali içinde gerçeği kovaladığını, böylece de tarihe kalacak işler yaptığını düşünüyor, kimi yapacak başka bir şey bilmediği için yapıyor, kimi az da olsa belirli bir kitle tarafından kabul görmeyi kendine yeterli buluyor ve kendini bu şekilde gerçekleştiriyor, kimi de gerçekten varoluşsal bir ihtiyaç sonucu bu faaliyeti yapıyor. Onlar nedenini bilmeden bal yapan arılara benziyorlar. İşte sadece onlar bu varoluşsal bunalımın tehdidini yaşıyorlar. Diğerlerinin böyle bir sorunu bile yok.

Bu yazıyla ne entelektüeli yüceltip savunuyorum ne de kitleyi suçlayıp aşağılıyorum. (Her iki tarafın da bu durumda payı vardır elbette.) Sadece şu tespiti yapıyorum. Bizim ülkemizde entelektüel faaliyetin anlamlı olmasını sağlayacak bir ortam bulunmuyor.

Şimdi belki de konuşmak yerine konuşmamaktır en anlamlı entelektüel faaliyet; yazmak yerine yazmamak, konuşmayı reddedip susmak. Ancak bu şekilde kitlenin şarlatanı olmaktan uzak kalınabilir.

YORUMLAR (20)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
20 Yorum