Zorluklara karşı iyimser şiirler

Her şeyden önce şunu söylemem gerek: Metin Kaygalak şiiri (tabii ki toplu şiirleri ‘Siyah Divan’ı esas alıyoruz) her ne kadar varoluşsal bir sıkışmayı ve çıkışsızlığı esas alsa da, onu yaşasa da varoluşsal krizin yoğunluklu olarak yansıdığı şiirlerin genelinde görüldüğü üzere yabanıl, sert, kunt ve soğuk değil, aksine kültüreldir ve kültürün insaniliğini ve sıcaklığını taşır. Bu anlamda Kaygalak’ın şiiri kesinkes kültür-içi bir şiirdir, konuşmaya ve iletişime isteklidir, başkalarının kendisiyle konuşmasına da açıktır. Bu anlamda doğurgan bir şiirdir, ucu boşlukta ya da çıkmaz değildir. Bazı şiirler içine kapanık, içine dönük ve içine odaklıdır. Konuşmaz. Kunttur. Kaygalak’ın şiiri ise konuşkandır, bu anlamda da her türlü zorluğa karşın iyimserdir.

‘Siyah Divan’ şairin yayımlanmış beş şiir kitabının bir araya getirilmesinden oluşuyor: ‘Yüzümdeki Kuyu’ (1998), ‘Suya Okunan Dua’ (2000), ‘Nâr Defterleri’ (2006), ‘Ortodoks Oğlanlar İçin Fücur’, (2006), ‘Doğu Kapısındaki Jonglör’ (2013). Demek, son kitabından bu yana tam dokuz yıl geçmiş. Geçmiş ama bu arada Kaygalak boş durmamış; bir televizyon kanalında kültür programları yapmış (2012-2013). Şiirden tamamen uzak değil tabii, ama bir süre ortalıkta görünmek istememiş. (Bazen yok olmak görünmekten daha iyi ve rahatlatıcıdır.) Üstelik yazmak kadar yazmamanın da bir potansiyel taşıdığını söylüyor haklı olarak. Ayrıca şairin şiiri çok fazla çoğaltılacak cinsten bir şiir değil. Bir de mükemmeliyetçilik var. Vasat şiirler yazmaktansa, az da olsa belli bir düzeyin altına hiç düşmeyen şiirler yazmanın daha önemli olduğuna inanıyor. Elbette ki şiirde nicelik değil nitelik önemlidir: Zamana kazınması ve dayanıklı olması. Yani eskimemesi.

İlk kitabı ‘Yüzümdeki Kuyu’ ile birlikte şairin en önemli özelliklerinden biri olan dil tutumu ve titizliğinin yanı sıra kelime haznesinin zenginliği hemen dikkat çekiyor. Bu özellik onun bütün kitaplarında gözlemlenebilir. Bunu çocukluğunun geçtiği coğrafyada (Doğu Anadolu) konuşulan dil ve lehçelere borçlu olduğunu düşünüyorum. Bu çerçevede yöreye özgü deyişler ve tonlamalar dilde bir çeşitlilik ve dinamizm yaratıyor. Gökkuşağı gibi. Şiirlerin sesi de gür ve davudî, şişkin ve kabarık. Göğüs kafesini zorlayacak cinsten. Bazen sesin hızına okuma hızınız yetişemiyor. Kitapta, “mutsuz istasyonlardan yalnızlık / öyküleriyle geçen muskalı adamlar” (s. 20) gibi kederli dizelerle karşılaşıyorsunuz: Ya da şunlar gibi: “oysa Doğu’da her şey kendine kopuk / bir dille tutunmaktaydı” (s. 18), “mahcup bir dille konuşmam / korumaz beni kötülüklerden” (s. 25) vs. ‘mahcup bir dil’ dediği, elbette anladınız, anadili Kürtçe. Şairin dil hassasiyetinin ve zenginliğinin Kürtçe ile Türkçe arasında kalmasından değil, ikisinin de birbirini beslemesinden, şairin her iki kadim dilin olanaklarından mümkün olduğunca azami biçimde yararlanmasından kaynaklandığını düşünüyorum. İki yanık dilden. ‘Yüzümdeki Kuyu’ daha çok şairin kendi bedenine, ailesine ve çevresine baktığı şiirlerden oluşuyor. Öyle ama, şair kendine bakarken, çevresinden kopuk bir bireyciliğe düşmüyor, aksine içine doğduğu çevreyle ilişkisiyle kendine bakıyor.

Özne boyut kazanıyor ve kendisine farklı açılardan bakıyor. Bu anlamda çok boyutlu bir bakış bu. Bir de şu var tabii: İnsan kendinden söz ederken aslında aynı anlamda çağını insanını da yansıtıyor olabilir: Hatta öyledir. Hatta en hakikatlisi budur. Eğer çağının ve yaşadığı coğrafyanın organik bir ürünüyse kendisi de doğal olarak o çağın insanlarının ruh halinin ve gerçekliğinin taşıyıcısıdır demektir. Genç bir şairin ilk kitabında otobiyografik yönler olması çok doğaldır.

Şairin dil hassasiyeti ve dili ile içine doğduğu kültüre bakışındaki doğal incelik ikinci kitabı ‘Suya Okunan Dua’da da devam ediyor. Bu anlamda ilk iki kitabının aynı zincirin halkaları olduğunu söyleyebiliriz. Kaygalak, her ne kadar, içine doğduğu dilin hücresinde acı çekip mahpusluk yaşasa da gene de içine doğduğu dile büyük bir saygı ve sevgi besliyor. Dili ve kültürüyle barışık. Onun dile karşı bir inançsızlığı yok, içine doğduğu kültüre de. Tam tersine onlara bağlanıyor ve onlarla hayata ve kendine tutunuyor. Her ne kadar kimi yerlerde ilkel bir dirimsellik göze çarpsa da Kaygalak kendi kültüründen aldığı terbiyeyle dirimsel acısını ve çıkışsızlığını terbiye ve kontrol edebiliyor. Üstesinden geliyor. Bu anlamda genel olarak kültürün dışına düşmüyor, hep insani olan kültürün içinde kalıyor. Yaralarını sarmayı becerebiliyor.

Her şeye karşın Kaygalak şiire ve söze inanıyor; şiirin ve sözün iyileştirici gücüne. Dilden de, şiirden de kuşku duymuyor. Bu her ne kadar kendi varlığına baktığında eciş bücüş bir şey görse de bunun gelip geçici olduğu inancıyla kendisinden ne korkuyor ne de kuşkuya düşüyor. Bunun temel nedeni söze inanıyor olması ve onunla uyum içinde olmasıdır. Kültürel, kültür-içi şiir Kaygalak’ı sağaltıp kurtarıyor.
Üçüncü şiir kitabı ‘Nâr Defterleri’nin bir geçiş kitabı olduğunu söyleyip hemen şiirinin makas değiştirdiği, çok verimli topraklara açıldığı dördüncü ve bence en önemli kitabı ‘Ortodoks Oğlanlar İçin Fücur’a geçelim. Kaygalak, söylemem gerekir ki, tek tek sanki birbirinden bağımsızmış gibi görünen şiirler yazmış, o aslında ‘kitap’ yazıyor. Bu bütün kitapları için geçerlidir. Bu kitabı da 50 kantattan oluşan bir kitap. 50 parçanın bütünlüklü büyük bir şiiri oluşturduğu bir kitap. Bu anlamda Kaygalak’ın belli bir tema çerçevesinde o temayı mümkün olan her açıdan ele aldığı bir yap-bozu andırıyor. Kitap, en tipik örneğini Ece Ayhan’ın oluşturduğu tarihsel göndermelerle ilerliyor ve vücut buluyor. Ne var ki Ece Ayhan şiirinin tarihsel kişilik, yer ve olay göndermeleri mekanik ve neredeyse soğuk akla seslenirken Kaygalak’ın göndermeleri içselleştirilmiş ve insanın yaşamına, varlığına sızmış göndermelere dönüşüyor. Yani Ece Ayhan formüllerle oluşturduğu dilini neredeyse sloganlaştırırken Kaygalak şiiri organik, hissedilmiş ve içselleştirilmiş yer, olay ve kişiliklerden besleniyor. Bu bakımdan bizim şiirimizde pek rastlanmayan bir bakışa ve oluşa sahip. Kitap Balkanlar’dan Anadolu’ya, oradan Doğu’ya, oradan da Kafkasya’ya çıkıp ta aşağılarda Mezopotamya’yı dolaşıyor. Bir anlamda Anadolu’nun Balkanlar ve Mezopotamya’yla ilişkileri ve tabii çelişkileri üzerine odaklanıyor. Kullandığı dil neredeyse birçok lehçeden ve bölgelere özgü ağız ve deyişlerden beslenerek bize Ortadoğu coğrafyasının tarihsel, coğrafi ve beşeri bir panoramasını sunuyor. Öyle ki, iddialı gibi görünecek ama, Kaygalak bu şiirde ulaştığı şiirle gerçek toplumsal ve hatta toplumu deşifre edip gözler önüne seren bir şiire ulaşıyor. Topluma ayna tutan şiirin bizde alışılageldiği gibi slogancı ve hazır kalıplara dayanan dilinden uzak duruyor. Bu bağlamda, diğer toplumcu ve toplumun bağrından fışkırmış şairlerin düştüğü hazır kolaycılığa düşmüyor. Bir başyapıt düzeyine çıkıyor.

Sırf bu kitap bile Kaygalak’ın şiirimizin yüksekliklerinden biri olduğunu ortaya koyuyor. ‘Ortodoks Oğlanlar İçin Fücur’ gerek sesi, gerek ritmi, gerek müzikalitesi ve gerekse çarpıcı imgeleri ve hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmayan kritik gözlemleriyle bir coğrafyanın arabesk bezemeli kimliğini yansıtıyor. Kitaplardan değil hayatlardan kalkıyor. Bu şiirde insanlar konuşuyor, kendi dilleriyle.

Araya zorunlu başka yazılar girmedikçe 90’lar şairleri üzerine yazmayı sürdüreceğim.

YORUMLAR (3)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
3 Yorum