Aşırı sağa teslim olmak
İkinci dünya savaşı öncesindeki faşist hareketleri paranteze alırsak, aşırı sağın ilk güncel örneklerinden 2000’lerin başında Avusturya’da Freiheitliche Partei Österreichs, Avusturya Özgürlük Partisi’nin başındaki Jörg Haider’ı sayabiliriz. Irkçı, popülist, Nazi dönemini öven Haider Türkiye’nin bile Avrupa Birliği’nin demokrasi standartlarına uymaya çalıştığı yıllarda AB’de bir koalisyon üyesi olmayı başardı.
Muhtemelen herkesin daha çok hatırladığı, arkaya taranan sarı saçları ve Türk basınındaki antipatik fotoğrafları ile Hollandalı siyasetçi Geert Wilders. Onun öne çıkan özelliği de benzer: Irkçı ve İslam düşmanı.
Uzun süre istisna olarak görülen ya da düşünce özgürlüğü sınırlarında çok tepki gösterilemeyen ya da içten içe olumlanan ama açıkça destek çıkılamayan bu aşırı sağ partilere Avrupa genelde mesafeli durdu.
Avrupa’da bu tür partilerin politikalarını benimsemek ya da onlara benzemek, onlarla iktidar ortaklığı yapabilmek kamuoyundan gelen tepkileri de göğüslemeyi gerektiriyordu. Aşırı sağ partileri yok saymak, angaje etmek ya da onlarla açıkça mücadele etmek arasında salınan Avrupa siyaseti son dönemde, yükselen bu dalgaya olan direncini kaybediyor.
Almanya’da uzun dönem iktidarı şekillendiren ana akım partilerinden Hristiyan Demokrat CDU’nun lideri Friedrich Merz’in artık yüzde 20’lere ulaşan AfD (Almanya için Alternatif Partisi) ile yerel düzeyde işbirliği yapmayı ima etmesi ülkeyi karıştırdı. Bir yanda bir dönem büyük günah sayılabilecek bir işbirliğinin telaffuz edilecek duruma gelmesi diğer yanda gösterilen şiddetli tepkiler nedeniyle geri adım atılması madalyonun iki tarafını gösteriyor.
Türkiye aşırı sağ ile Zafer Partisi ile tanıştı. Ve ilginçtir aşırı sağ ile işbirliği yapmak ya da onlara benzemek için on yıllar geçmesi gerekmedi.
Geçelim Almanya’daki gibi sağ bir parti liderinin imasını, ülkede en büyük sol parti olan ve kendisini uzun yıllar sağın karşısına konumlandırmış CHP’nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu aşırı sağ Zafer Partisi lideri Ümit Özdağ ile kendi partisinden bile gizlediği bir protokol yapmaktan çekinmedi.
Aslında Kılıçdaroğlu’nun bu protokolü; partinin pratik söyleminin partinin sol olma iddiasındaki DNA’sı ile yaşadığı tezatın itirafı idi sadece. Yoksa CHP göçmen karşıtı bir pozisyon ile sol olma iddiasından çoktan vaz geçmişti.
Anayasa’ya vatandaşlık tanımı konusunda en ufak bir esnemeye tahammülü olmayan CHP’nin ülkedeki yerleşik entelijansiyanın “Türkiye Türklerindir” tabusu ile örtüşen ruhunun Zafer Partisi ve Ümit Özdağ ile hemen anlaşabilmesinde şaşıracak bir şey yok belki de.
Seçimden önce, taban kaymasının getirdiği tedirginlikle ürkek adımlar atan İYİ Parti ise seçimlerden sonra daha keskin bir tavır aldı.
Türkiye’nin hukuk devletinin eksikliğinden ekonomide yapısal sorunlara kadar onlarca sorunu varken ve yarın 4 milyon göçmeni ülkelerine göndermek memleketteki kimlik, siyaset, ekonomi, deprem gibi hiçbir sorunu çözmeyecek iken İYİ Parti kendisine göçmenleri göndermeyi temel önceliklerden biri olarak seçti.
Göçmen ve sığınmacı karşıtlığı derken Türkiye’de yükselen aşırı sağın Avrupa’daki kadar olmasa da içinde barındırdığı İslamofobik tonları da yok saymamak gerek.
Ukrayna’dan, Rusya’dan gelen sığınmacılar ya da paralı göçmenler başta Antalya olmak üzere bir çok şehirde demografik ve ekonomik dengeleri hızla değiştirmişken Türkiye’deki göçmen karşıtlarının ana hedefinde Suriyeliler ya da Afganlar var. Bunda ırkçılığın kodlarındaki din dışılığın rol oynadığını görmek zor değil. Din günün sonunda etnik temelli ayrışmaları törpüleyen farklı bir kimlik ortak paydası öngörüyor.
Nihayetinde Avrupa’daki demokratik geleneğin derinliğine paralel olarak aşırı sağcı akımlar ile yakınlaşmak daha zor, daha uzun ve daha maliyetli olurken Türkiye’de durum tam tersi.
Demokrasinin daha çok popülizm ile özdeşleştiği bir atmosferde daha çok alkış almanın ilkesel olarak da doğru kabul edildiği bir düzlemde aşırı sağ Türkiye siyasetini çok daha hızlı etkisi altına aldı.
Avrupa’dan farklılaşan yön ise devletin oynadığı rol. Türkiye’de devletin, burada AK Parti’nin, tutumu belirleyici bir rol oynuyor. Soylu dönemindeki yaklaşım aşırı sağın daha rahat gelişmesine hizmet ederken yeni İçişleri Bakanı Yerlikaya’nın son dönemde nefret suçu işleyen örgütlere karşı operasyonları tam tersi bir dinamiği tetikleyebilir. Her ikisinde de Erdoğan’ın o anki ihtiyaçlarına, mecburiyetlerine ya da beklentilerine göre tavır değiştirdiğini elbette unutmamak gerek.
Arapça; topluluk, halk gibi anlamlara gelen, köken itibariyle dışlayan değil içeren, kapsayan bir ruh taşıyan Cumhur’dan çıkan Cumhuriyet’in 100. yılında, gele gele ırk temelli bir ötekileştirmeye, “istemeyiz, gitsinler” sloganına varabilmiş olmamız bir asırda pek çok şeyin pek de doğru gitmediğini anlatıyor.