Brandweek İstanbul ve Türkiye’yi tartışmak
Gezi olaylarından sonra başlayan ve hem arayışı hem etkileşimi hem de küresel trendlerden haberdar olmayı hedefleyen Brandweek İstanbul toplantıları bu sene onuncu kez gerçekleşti.
Özellikle pandemi döneminde toplu etkinliklere ara verilince benzer organizasyonlar da yapılamaz olmuştu. O nedenle bu senenin konusu ‘yeniden başlamak zamanı’ olarak belirlenmiş. Tabii yeniden başlamanın, kalınan yerden devam etmek mi yoksa eskiyi sıfırlayıp ya da en azından revize edip ciddi anlamda yeni bir başlangıç yapmak mı olduğu 3 gün boyunca tartışıldı.
Sadece Türkiye’den değil dünyadan da birçok isim tecrübelerini katılımcılarla paylaştı. Toplantı salonları arasında bir programdan diğerine koşanların çoğunluğunun genç olması içerde konuşulanların etkisinin uzun vadeli olabileceğine dair olumlu bir izlenim veriyordu.
Brandweek’in programına bakınca ne kadar farklı konular ve konuklar olduğunu görmek mümkün zaten. Ama katıldığım oturumun düzenlendiği salonda sabahtan akşama kadar yapılan konuşmaları, konu başlıklarını ve konuşanlarını görünce Ahmet Hamdi Tanpınar’ın
"Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor.” sözü ister istemez gelip zihnime oturdu.
Kamuoyu araştırmacıları, akademisyenler, aktivistler, gazeteciler, siyasetçiler tüm gün Türkiye’nin mevcut durumunu, kimlikler arasındaki korku duvarlarını, bunları aşmanın yollarını ve mevcut atmosferin gelecek seçimlere etkisini tartıştılar. Oturumların hepsinin sadece 30 dakika ile sınırlanması ve konuşmacıların birkaç dakikalık sürelerle dertlerini ifade etmek zorunda kalmaları başta zor görünse de 3 saatlik tartışma programlarında konuşulan meselelerin aslında on-onbeş dakika içine de sığdırılabileceğini gösterdi.
Belki o uzun programların alışkanlığı ile süre sınırlamasına en az riayet edenler gazeteciler oldu diyelim.
Günün sonunda özellikle bazı katılımcıların Türkiye’deki dinamiklerle ilgili belli ezberlerden çıkamadıklarını, toplumdaki tartışmaları yeteri kadar önemsemediklerini ya da sağ/sol ikilemine hapsolduklarını görmek geleceğe dair çok umut verici değildi. Ama çoğu katılımcı ülkenin içinden geçtiği sürece dair doğrudan kendini de eleştiren yorumlarda bulundu ki bence önemliydi.
Sosyolog Ferhat Kentel’in toplumdaki korku duvarlarının yıkılabilmesi için önce kendimize bakmamız gerektiği vurgusu yani empati ihtiyacı çok kritik. Ferhat Hocaya göre “Herkesin önce kendisinde başkalarının korkularını tetikleyen bir tavır olup olmadığını sorgulaması gerekiyor. Eğer birileri bizden korkuyorsa bunun sebeplerini anlamamız gerek. İslamcısı, seküleri, Kürtü, milliyetçisi önce ‘diğerlerini tedirgin edecek bir tavrım var mı’ diye sormalı.”
Kolay mı? Değil. Ama sürekli karşı taraftakilerin hataları, tehditleri, kimlik vurguları üzerinde durmak yerine kendimize dönüp bizde diğerlerini tedirgin eden bir tutum var mı diye sormak önemli bir başlangıç olur.
Seçimlere giderken, hele de doğrudan diğer kesimlerin endişelerini körüklemek, bu tedirginlikleri daha görünür hale getirmek ve kendisini bu korkulara karşı koruma kalkanı olarak sunmak stratejisi ile siyaset yapılan bir ortamda bunu gerçekleştirmek daha da zor.
Özellikle ‘muhalif gazetecilerin’ iktidar yanlısı basın kuruluşlarının nasıl bir trol kuşatması altında olduğunu anlatırken kendi durdukları yerde de benzer baskılar bulunduğunu ifade etmeleri yine dikkat çekiciydi. Yani yanlışlar bazı kesimlerde daha yoğun olsa da hiçbir kesim pirüpak değil.
‘Muhalif gazeteci’ tabiri ne kadar yerinde tartışılır. Ama toplumdaki kutuplaşma ortamında iktidarı ya da muhalefeti destekleyen izleyicilerin, okuyucuların farklı bir ses duymak yerine ‘içlerini soğutmak’ istedikleri bir süreçten geçiyoruz. Yayınları ile yıllardır tüm kesimlere eleştirel yaklaşan, haberci tarafsızlığından ödün vermemeye çalışan bir isimle sohbet ederken sadece iktidarın “Türkiye Yüzyılı” programına katılabileceğini söylediği için YouTube’da abonelikten çıkanlar olduğunu söyledi. Tahammül eşiği o kadar düşük yani.
Farklı görüşlerden, öngörülemeyen gelişmelerden, zıt kutupta duran kimliklerden korkmak ne bize özgü ne de Türkiye’nin tek başına atlatabileceği bir sorun. Ama gerçeklerle yüzleşmek, olumlu bir süreç başlatmak için ilk adım.