Güvenlik ve şiddet sarmalı
Türkiye 15 Temmuz’dan bu yana ama özellikle son dört yıldır artan oranda bir güvenlik sendromuna savruldu. Bu korku 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında siyasetin ve toplumun tehdit algısı içinde meşru bir zemine oturdu. Darbe girişimi öncesi yaşanan terör eylemleri de bu hissi besledi.
Ancak 16 Nisan referandumunda yönetimin cumhurbaşkanında toplanması sonrası başta tehdit algısı ile uygulamaya konulan güvenlik merkezli siyaset, iktidarın kendi gücünü tahkim etmesinin bir aracı haline geldi.
Daha önce sadece terör tehdidi nedeniyle güneydoğuda görülen yol kontrolleri artık sıradanlaştı. İnsanlar 12 Eylül darbesinden 2016’ya kadar yaşadığı polis kontrolünden daha fazlasını son dört yılda yaşadı. Üstelik teknolojik imkanların suçluların takibinde kolluk güçlerine sağladığı büyük güce rağmen bugün her noktada polise kimlik göstermek zorunda olan vatandaşlara dönüştük. Bunun yasal olup olmaması bile tartışılmaz hale geldi.
Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör atanması gibi temelde iktidarın yasal yetkisini kullandığı ama sonuçta üniversite özerkliğini, Yüksek Öğretim Kurumunu, iktidarın dominant bakış açısını ve bunlara bağlı sorunları görünür hale getiren bir yüksek öğretim meselesi, gözaltında günlerce tutulan ve elektronik kelepçe takılan öğrenciler üzerinden çözülmeye çalışıldı.
Korona salgını ile mücadeleyi, son aşı tedarikine kadar, sokağa çıkma yasakları, kontrol noktaları, dükkân kapatmalar, düğün yasaklamalar gibi sadece polisiye tedbirlerle yürüten bir noktada idik. Öyle ki kademeli normalleşme ile hafta sonu yasakları, akşam eve tıkılmalar, seyahat kısıtlamaları pandemiye karşı fiilen anlamsız hale geldi. Ama hükümet kısmen meşru bir zeminde başlayan polis devleti mekanizmasından geri adım atmayı sürekli erteledi. İktidar artık salgının kontrol edilmesi ile hiçbir ilgisi kalmamasına rağmen vatandaşın seyahat özgürlüğünü, normalleşme hakkını geri vermemekte direniyor.
Aynı hükümet etme anlayışı, yerel seçimlerde sandıktan istediği sonucu alamayınca çözümü yine İçişleri Bakanlığı icraatlarında buldu, seçilmiş belediye başkanlarını görevden alıp bir kısmını da hapse attı. Sandığın yerini mahkeme ve bakanlık celpleri aldı.
Hatta İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun ABD ile ilişkileri bile esir almaya çalıştığı bir duruma geldik. Soylu kendisinden randevu isteyen ABD’nin Ankara Büyükelçisi’ne randevu vermemekle iftihar ederken, ABD ile karşılıklı işbirliği mekanizmalarını da askıya aldı.
İçişleri Bakanı’nın Türkiye’deki her gelişmeyi kendi tekeline alma aktivizmi, en sonunda geldi Sedat Peker’e tosladı. Artık istese de üzerinde oluşan şaibeleri düzeltmesi kolay değil. Buna Soylu’nun kendi meselesi deyip geçebiliriz.
Peki geldiğimiz noktada bu polisiye yaklaşım vatandaşları daha güvenli ve daha rahat bir ortama taşıdı mı? Siyasi gücü sağlama almak için uygulanan güvenlik söylemi Türkiye’yi gerçekten güvenli kıldı mı?
Buna olumlu yanıt vermek ne yazık ki mümkün değil. Parti genel başkanlarının, siyasetçilerin, gazetecilerin güpegündüz sadece görüşleri nedeniyle darp edildiği ölümün eşiğinden döndüğü, silahlı grupların sokak ortasında çatıştıkları bir ortamdan güpegündüz işlenen siyasi bir cinayete geldik.
HDP’nin İzmir İl Başkanlığı’nda silahlı bir saldırganın Deniz Poyraz’ı öldürmesi, eğer orada daha önce planlandığı gibi daha fazla insan olsa idi onları da öldürmeye niyetli olduğunu ifade etmesi uygulanan güvenlik siyasetinin sonucunu özetliyor.
Keşke meseleye istisnai bir olay olarak bakabilse idik. Ancak iktidar son tahlilde kendisinin de ana meşruiyet kaynağı olan meşru siyaset pratiğini hedef alan bir cinayete beklenen tepkiyi göstermedi.
Bu duyarsızlığın en çok da terörle mücadele edenlerin çabalarına zarar verdiğini ise nereye koyacağız? Dağdan ovaya çekilmeye çalışan bir fay hattında, ovada yaşam hakkını hedef almanın sonuçlarını değerlendirecek bir akl-ı selîmin bunu iktidara hatırlatması gerekmiyor mu? Karşılıklı kinlerle işlenen cinayetlerin terörü nasıl beslediğini defalarca gördük. Sanki birileri bile isteye bu sarmal bitmesin diyor.
Hepimizi daha da tedirgin eden açıklamalar ise bugüne kadar biri hukukla diğeri hukuksuzlukla bağlı iki isimden geldi. Bir yanda suç örgütü lideri Sedat Peker diğer yanda MİT Müsteşar yardımcılığı yapmış Cevat Öneş, bu sürecin sonunda daha büyük eylemler görülebileceği, işin kontrolden çıkmak üzere olduğu uyarısında bulunuyorlar.
Risk siyasi cinayetlere kadar gidiyorsa, daha büyük şiddet eylemleri göreceğiz deniliyorsa iktidarın daha önemli bir gündemi olamaz.
İnsanların gözümüzün önünde darp edildiği, öldürüldüğü bir ortamda Kanal İstanbul, seçim kanunu, kavşak açılışları gibi başlıkların hepsi detaydan öte, asıl önceliği karartan unsurlar haline gelmiştir.
Zihinlerindeki iktidar algısı sadece AK Parti ile sınırlı olan orta yaş altı kesim, artık ellerinde kalan tek ayrıcalıkları olan siyasi suikastların alıp başını gitmediği, faili meçhullerin normalleşmediği bir ülkede yaşama imtiyazını yitirmek üzereler. Geç olmadan adım atmak gerek.