Umudun değil korkuların seçimi
Demokrasinin temel mantığı vatandaşların kendi yetkilerini belli bir süre ve yetki sınırları içerisinde başka birisine devretmesi üzerine kurulu. Bu irade devrinin en net kullanıldığı yer ise seçim sandığı.
Dolayısıyla seçimlerde beş yıl daha bizi kimin yönetmesini istediğimizi oylayacağız. Böylece nasıl bir ülkede yaşamak istediğimizi, nasıl bir gelecek hayal ettiğimizi, umutlarımızı gerçeğe dönüştürme ihtimalini seçeceğiz. En azından normal demokrasilerde olması gereken bu.
Küresel popülizm rüzgarının bir etkisi olsa da Türkiye’deki durum tam böyle değil. Hatta tersi geçerli.
Şunun şurasında yaklaşık iki hafta sonra seçmenler umutları ve hayalleri değil korkuları ve tedirginlikleri üzerinden oy kullanacak.
Toplumun hemen her kesiminin tedirgin olduğu bir husus var. Sekülerler neredeyse 20 yıldır tedirginler. İslamcı olarak tanımladıkları AK Parti’nin Cumhuriyetin kazanımlarını geriye götüreceği korkusu seküler kesimi hep endişeliler safında tuttu. Aslında ne kadarı ideolojik ne kadarı sınıfsal ne kadarı iktidar paylaşımı kavgası idi tartışılsa da aynı kesim hâlâ tedirgin.
Bugün muhafazakârlar, seküler mahallenin 20 sene önceki endişesine ters açıdan sahip. Şimdi de muhafazakâr mahalle başta başörtüsü olmak üzere son dönemdeki kazanımları kaybetmekten korkuyor.
Nitekim Bekir Bozdağ “seçimde kaybedersek şampanya patlatacaklar” sözleri ile tam da bu korkuya oynuyor.
Milliyetçiler, Türkiye’nin terör tehdidinden en uzak olduğu beş yılı geçirmiş olmasına rağmen terörden, bölünmekten korkuyor. İktidar yerel seçimlerde dile getirdiği “PKKlıların fatura okumaya geleceği” iddiasına kadar her konuda bu endişeyi tetikleyecek bir söylem kuruyor. Beni seçmezseniz ülkeyi terör yönetecek gibi toplumun yarısını terör destekçisi olarak kodlayan bir sınır tanımazlık var.
Kürtler ikiye ayrılmış durumda. Bir yanda HDP’nin hendek olaylarına giden süreçte bölgede kurduğu baskıyı unutmayanlar “aynısı tekrar yaşar mıyız” tedirginliği içinde. Daha geniş kesim ise AK Parti-MHP koalisyonunun kendilerine hayat hakkı tanımadığını, anayasal seçme ve seçilme hakkının ellerinden aldığını düşünerek mevcut iktidar devam ettiği takdirde seçimden sonra durumun kendileri için daha da kötüye gitmesinden korkuyorlar.
Sayıları çok değil ama kendisini demokrat-liberal olarak tanımlayanlar ise Erdoğan seçimleri kazanırsa adaletin tümüyle iktidarın kontrolüne gireceğini düşünüyor. Erdoğan kazanırsa bir daha gerçek seçim olur mu o bile tartışmalı bu kesim için.
Gençler mevcut iktidarın kendilerine müreffeh bir gelecek vaat etmemesi nedeniyle işsizlik ve ebeveynlerinin standartlarını koruyamama riskini almak istemiyor. Dünyadan daha da izole edilmektense şansını yurtdışında denemek isteyenler hiç de az değil.
İktidara oy verenler de dahil geniş bir kesim ekonominin daha da kötüye gitmesinin ve zaten kolay olmayan hayat şartlarını daha da zorlaşmasının kâbusunu görüyor.
Hülasa-i kelam, gençler, yaşlılar, muhafazakârlar, sekülerler, sağcılar, solcular herkes seçim sonrasından istemediği adayın kazanmasından korkuyor. Oy verme davranışını da tam bu korkular şekillendirecek.
Seçmenler 14 Mayıs’ta nasıl bir Türkiye’de yaşamak istediklerine göre değil, nasıl bir ülkede yaşamak istemediklerine göre oy kullanacaklar.
Adaylar üzerinden kimin ülkeyi yönetmesini istediklerine değil, kimin yönetmesini istemediklerini belirleyecekler.
Erdoğan yönetmesin diyenlerle Kılıçdaroğlu yönetmesin diyenler yarışacak.
Erdoğan ve Kılıçdaroğlu’nun kampanya ve siyaset dilleri tam da burada ayrışıyor. Erdoğan kendisinin ülkeyi yönetmesini istemeyenleri hedeflemiyor. Tam tersine kendi kitlesine neden seçimleri Kılıçdaroğlu’nun kazanmaması gerektiğini anlatıyor ve arada kalanları da bu yolla ikna etmeye çalışıyor.
Erdoğan’ın kendisine mesafeli Kürtleri, sekülerleri ve dışarda kalan kitleleri ikna etmek gibi bir önceliği yok. Aksine kendi kitlesinin korkularını diri tutmak ve arada kalanlarda aynı korkuyu tetiklemek üzerinden bir dil kullanıyor. Öyle ki İçişleri Bakanı Soylu bu korkuları körüklemek için 14 Mayıs’ı ‘siyasi darbe’ dolayısıyla seçmenleri de darbeci olarak tanımlamaya kadar götürdü iddiasını.
Kılıçdaroğlu ve Millet İttifakı ise bir yanda Erdoğan’ın neden seçilmemesi gerektiğini anlatıyor diğer yanda ise karşı kamptakilere ‘bizden korkmanıza gerek yok’ mesajı vermeye çalışıyor.
Burada muhalefet farklı bir yol izliyor. Erdoğan’ın korkutarak muhalefetten uzak tutmaya uğraştığı seçmenlere uzlaşmacı ve tehdit algısını gidermeye dönük bir iletişimle ulaşmaya çalışan muhalefetin avantajı ise çoğulcu yapısı.
Meral Akşener milliyetçi kesime, Davutoğlu AK Parti kitlesine ve muhafazakârlara, Babacan Kürtlere kazanımlarını kaybetmeyecekleri ya da endişelerinin yersiz olduğu güvencesini vermeye çalışıyor.
CHP ise bu güvencelerin hepsini birden hem seçim listelerine hem de söylemine yansıtarak toplumu ikna etme çabasında.
Keşke 14 Mayıs’ta korkular yerine umut dolu hayaller arasından daha iyisini bulmak için bir seçim yapılacak olsa idi.