Ya benimsin ya kara toprağın…
Devlete sahip olamamak uzun zaman özellikle muhafazakarlarda bir travma olarak kaldı. Bir yanda toplumun çoğunluğusunuz. Toplumsal hayatın birçok kıvrımında muhafazakâr bir yaşam tarzının yansımaları var. Ama devlette yoksunuz.
Bundan 99 yıl önce Cumhuriyeti kurgulayanların tüm ülkeyi devlet merkezli kurgulaması, muhafazakarları, Kürtleri ve kendilerine benzemeyen herkesi de bu yapının dışında tutması bu travmanın altında yatan temel dinamik aslında.
Bir asır içerisinde kendine ait bir nesil yetiştirmiş olması, bu neslin de kültür, akademi, ekonomi ve kamu kurumlarında geniş bir alanı kapsaması, kimlikler arası bir geçişkenliğe izin vermeyen bir yapıda büyük oranda hakimiyetini korudu.
Muhafazakarların asıl kitlesini temsil eden siyasi hareket uğradığı birçok badireye, kapatma davalarına rağmen sonunda meşru yoldan bu amaca ulaştı. AK Parti’nin 2002’de iktidara gelmesi ile bir anda her şey normalleşmedi ama toplumun bu kesimi zaman içerisinde devlete entegre oldu.
Aslında baştaki travmanın zamanla azalması gerekirken öyle olmadı. Siyasetin meşru yollardan verdiği kamu üzerindeki hakimiyet bu sefer siyasi başarı için gösterilen çabayı başka alanlarda göstermeden her alana egemen olma iştahına evrildi.
Ekonomide, basında, sivil toplumda, kültürde, akademide aynen siyasette olduğu gibi meşru yollarla, mücadele ederek, dirsek çürüterek ve emek vererek bir noktaya gelmek bunu da toplumun kalanı ile birlikte yapmak varken devlet otoritesi ile her alanı kontrol altına almak tercih edilir oldu.
Devletten dışlanmışlık travmasını aşıp normalleşmek varken bu travmayı aşamayıp her şeyi kendine ram etme çabası iktidarın aklını esir aldı.
Ya benimsin ya kara toprağın, Anadolu’da hastalıklı bir sevdanın adı. İktidar da elinin ulaşamadığı her alana bu bakışla yaklaşmaya başladı ama her zaman işe yaramadı.
Uzun zaman barolardan diğer meslek örgütlerine kadar olması gerektiği gibi örgütlenerek, alternatif adaylar çıkararak yönetimler değiştirilemeyince ‘benim değilsen kara toprağın’ stratejisi devreye girdi.
Türk Tabipleri Birliği Başkanı Şebnem Korur Fincancı’nın tutuklanması tam da buraya oturuyor. Fincancı’nın tutuklanması sürecine giderken yapılanlar, polis baskını görüntülerinin TRT üzerinden yayınlanmasını, herkesin evinde olabilecek kitapların örgüt dokümanı sayılmasını, birkaç mermi ile militarist fotoğraf verilmesini saymıyorum.
Bunlar üzerine söylenen söylendi. Fincancı’nın gözaltına alınmasına sebep olan sözlerini tartışmanın ise asıl meselenin üstünü örttüğü için geçiyorum.
PKK ile ilgili ifadeler yüzünden birileri tutuklanacak olsa çözüm sürecinde yapılan açıklamalarla dışarıda kimse kalmaz. Devlet ve devlet kurumlarına yönelik haklı haksız eleştirileri sadece suç-düşmanlık-ajanlık parantezinden okumak ise ne devlete ne çoğulcu topluma ne ifade özgürlüğüne hizmet eder.
Bir süre sonra devlet ve iktidar hakkındaki her eleştiriyi susturmak sistemin kendisini düzeltme imkanlarını yok eder. Nihayetinde de vasat altı bir kamuya ve topluma mahkûm oluruz.
Doğrudan şiddeti savunmadıkça da kimseyi bu şekilde yargılayamazsınız.
HDP Milletvekili Gergerlioğlu’nun Fincancı hakkındaki sözleri de yapılanın ne kadar absürt olduğunu ise ortaya koyuyor.
“Şebnem Hoca 28 Şubat döneminde yapılan zulme en başta karşı çıkan bir insandı. Bosna'da Srebrenitsa katliamı yapıldığında oraya gidip incelemeler yapan, işkenceyi ve katliamları bulgulayan bir insandı. Uğur Mumcu'nun katilleri hakkında medyatik infazlar yapılırken tüm medyatik rüzgârlara rağmen işkence bulguları üzerinden hareket edip konuşan bir insandı.”
TTB’yi ideolojik bulabilirsiniz. Toplumsal olaylardaki tepkisini yadırgayabilirsiniz. Ama Fincancı’nın tutuklanması ‘ya benimsin ya kara toprağın’ bakışının son halkasıdır. Bunu görmeden olan bitene kılıf üretmek kendimizi kandırmaktan başka işe yaramaz.