Yüzleşme
Kimliklerin zorlandığı, aidiyetlerin sorgulandığı, asgarî müştereklerin siyasi saiklerle daraltıldığı, bu daralmanın işlevsel olarak kurgulandığı ve insanların arasında kalın çizgilerle sınırlar çizilmeye çalışıldığı bir dönemden geçiyoruz.
Bir cümle ile hain, cümlenin devamı ile kahraman olabildiğiniz, her ikisini de fazla ciddiye aldığınızda bu sefer kendinizi sorguladığınız hatta söylediklerinizden korkup şüphe ettiğiniz bir dönem.
Aslında bu tür travmalar toplumların ciddi dönüşümler yaşamasının da önünü açıyor.
15 Temmuz darbe girişimi yaşanmasa idi cemaat görüntüsü altında devleti ve beraberinde toplumun tüm dinamiklerini kontrol altına almaya çalışan bir Frankeştayn’dan kurtulmak mümkün olmayacaktı belki de.
Sonrasında iktidarın beka psikolojisini ve söylemini, güçlü ve denetimsiz bir iktidarın payandasına dönüştürme çabası sürecin meşruiyet zeminini aşındırmak bir yana neredeyse tümüyle boşaltsa da dönüşüm gerilim ile birlikte geliyor.
Bugün içine düştüğümüz, kendimizi içinde bulduğumuz ya da oluşmasında öyle ya da böyle katkıda bulunduğumuz durum müspet bir dönüşüme ya da yüzleşmeye zemin hazırlayacak mı? Benim aklımdaki soru bu.
Eğer kimliklerimiz, geçmişimiz, söylediklerimiz ve söylemediklerimiz, inandıklarımız ve inanmadıklarımız konusunda bir sorgulama süreci yaşanmayacaksa tüm bu travma süreci ilerde yaşanacak daha sert gerilimlerin fragmanı ya da birinci sezonu olarak kalabilir.
Dünyanın diğer bölgelerinde öykünerek bakılan demokratik standartları dışarıdan birileri getirmedi. Kaldı ki en azından önceleri demokrasi, insan hakları, eşit vatandaşlık ihraç edebilecek dışarısı da yoktu zaten.
İthal gelen sistemler de ya o toplumun dokusuna uymadı ya da asıl amaç uluslararası statükonun farklı kisveler altında korunması idi. Gerçek ve sahici bir onurlu yaşam talebinin neyle karşılaşabileceği hakkında 10 yıl önce Arap şehirlerinin meydanlarında yaşananlar ve buna gösterilen tepkiler yeterince öğretici.
Uzatmadan, Türkiye’de yeni bir gelecek inşa edilecekse, edeceksek kendimizle yüzleşmek zorundayız. Bunu tek bir odağa, güce, toplumsal kesime yönelik olarak da söylemiyorum.
Bugün iktidarda kimin olduğundan bağımsız, içinde bulunduğumuz nefes almayı zorlaştıran ortamdan herkesin hissesine düşen bir pay var.
Ne yazık ki kutuplaştırıcı siyasetin arkasını yasladığı eski vesayet sistemi de, on yıl öncesine kadar demokratik yollarla göreve gelenlere yukardan bakan ‘hanın sahibi biziz’ yaklaşımları da, hatta ülkede Kürtlerden İslamcılara ya da dindar muhafazakarlara, gayr-i müslim azınlıklardan liberal özgürlük hayali kuranlara kadar her kesimi ikincil unsurlar olarak gören, kendisini devletin dolayısı ile de ülkenin sahibi olarak tanımlayan yaklaşım da ne kurgu ne de sonradan icat edilmiş siyasi retorikler.
Mesele bugün iktidara gelirken kullandıkları hak, hukuk, adalet, özgürlük kavramlarının içini boşaltan; siyaseten iktidarda kalmanın gereği olarak üretilen beka söyleminin önce propagandasını yapan sonra ona kendi inanan ardından da buna inanmayanları hain ilan eden siyasi pragmatizmi temize çıkarmak değil.
Dünya tarihinde hiçbir baskı rejimi sürekli olmadı. Sovyetlerin nesilleri aşan kapalı sistemi bile gün geldi en azından sancılı geçiş süreçleri ile form değiştirdi. Anadolu’da sultanlara, padişahlara, tek adamlara, ikinci adamlara günün sonunda eyvallah etmeyen, hiçbir lidere kendini mutlak bağlamayan bir gelenek var.
Yapmamız gereken kişiler üzerinden yürütülen kavgaların üzerinde iktidar, devlet, din, toplum, kimlik, etnik aidiyet gibi birçok fay hattı üzerinde yarılan bir dokuyu yeniden tamir etmek., Tümüyle kaybolmayacak gerilimlerin şiddetini kontrol edilebilir seviyeye indirip, benzer kırılmalara imkân vermeyecek birlikte yaşanabilir bir ortama kavuşmak.