Keşke ha Erdoğan ha Kılıçdaroğlu diyebilsek!..
Demokrasiye sırf oy olarak baktığınızda birçok gerçeği ıskalamış olursunuz. Demokrasi sadece seçme-seçilme hakkı üzerinden ve kazananın istediğini yapabilmesi olarak okunduğunda sizi barışa ve uzlaşıya değil tam tersi çatışmaya götürecektir. Bu nedenle demokrasinin özgürlüklerin gelişimi için esnemeye, güçler ayrılığına ve felsefi olarak da sağlam ve kısa bir anayasal metne ihtiyacı vardır.
Dünkü toplumun normları ile bugünkü toplumun normları aynı değilken siz demokrasiye dar bir elbise diktiğinizde o elbise zamanla her yerinden patlayacaktır. Maalesef bizdeki sökükler bugüne kadar hep darbeler ve takipçileri tarafından dikilmeye çalışıldı. Dikilirken de özgürlük alanlarımız genişlemekten ziyade daraldı. 20 yıllık Ak Parti iktidarı bile bunca muktedirliğine rağmen hala -gerçi değiştirile değiştirile bir hal olsa da- ülkeyi 12 Eylül Darbe anayasası ile yönetiyor. Bu anayasayı büyük bir kabul ile değiştirebileceği zamanlar olmasına rağmen bu işe hep ister-miş gibi yaklaştı. Nitekim geçen hafta yine Ak Partili üst düzey bir isimden kaç yüzüncü defa “12 Eylül Anayasasından kurtulmamız lazım” sözlerini duyduk.
Şu ortamda Ak Parti kanadından gelecek bir teklifinin koalisyon ortağından geçmeyeceği, geçse de şikayet ettiğimiz anayasadan çok da farklı olmayacağı herhalde herkesin malumu. Koalisyon ortağının Sol-Kemalist versiyonu CHP’nin ise Kılıçdaroğlu faktörüne rağmen kendi tabanını daha demokratik bir anayasa için ikna edebileceği de şüpheli. Bu nedenle seçimler yenilenmeden ve kartlar yeniden dağıtılmadan bir anayasa değişikliği zor görünüyor. Olacak şey geçmişte yapılmış ve hemen hiç sonuç alınamamış münakaşa ve münazaralara bir yenisini eklemekten öteye geçmeyecektir.
Yani entelektüel bir tatmininden fazlasını beklememek lazım.
***
Burada konuyu biraz değiştirmek istiyorum. Darbelerin bize yaptığı en büyük kötülüklerden birisi maalesef darbeye giden süreçte yaşananları anlama ve değerlendirme konusunda zihnimizi sakatlamasıdır. 27 Mayıs Darbesinin siyasete yaptığı en büyük kötülük toplumun DP iktidarı ile sandıkta hesaplaşabilme ihtimalini ortadan kaldırmış olması. Bugün Türkiye’nin uzun yıllar merkezin çeperinde yer alan iki partinin kuruluşunda darbecilerin ve -her ciddi sorunda en fazla dış mihrak diye bağıranlar da onlar- dış güçlerin kendilerine açtıkları alanda yıllarca siyaset yaptıklarını nedense bugün hiç kimse görmek istemiyor.
Ülkemizde liberal düşüncenin gelişmesinde hem maddi hem de manevi çok büyük hizmetleri olmuş olan rahmetli Kazım Berzeg hocamızla vefatından kısa süre önce yaptığımız bir görüşmede anlattığı bir hatıra, darbecilerin siyasal hayatımıza vurduğu darbeyi çok canlı bir şekilde gözler önüne seriyor.
“Gençlik yıllarımda bir dostum Samsun’da hem ticaretle uğraşıyor hem de Adalet Partisinde aktif olarak siyaset yapıyordu. 12 Mart Askeri Muhtırası öncesi AP’nin yaklaşan olağan genel kongresi vardı. Ve o dönemde parti içinde Demirel’e karşı güçlü bir muhalefet doğmuş ve parti delegeleri ve ileri gelenleri arasında hararetli bir şekilde “Demirel’i indirmekten” bahsediliyordu. Hatırladığım kadarı ile Demirel bu durumdan çok endişeli olduğu için sürekli teşkilatlarla görüşüyor ancak kendisine karşı oluşan muhalefeti bir türlü engelleyemiyordu. Her şey Demirel aleyhine giderken bir anda ülke gündemi Muhtıra ile tamamen değişir. O kafa karışıklığı içinde toplanan kongreden parti içindeki ağır eleştirilere rağmen Demirel genel başkanlık koltuğuna geçmişte hiç olmadığı kadar daha güçlü bir şekilde oturur. Kongreden dönen dostuma “hani Demirel’i indirecektiniz?” diye sorduğumda o da “Demirel’i biz diktik, biz indirecektik ordu değil!” demişti. Ve o günden sonra bir daha da Demirel’i indirmeye kimsenin gücü yetmedi çünkü parti tamamen Demirel’e teslim olmuş ve parti içi demokrasi yok olmuştu.”
Halkın indirmesine engel olunan Demirel vb. siyasi figürler ülke siyasetinde 2002 yılına kadar hep var oldular ve yerlerine kimseyi bırakmadılar. Özal ve Erdoğan gibi iki çok önemli aktörün çıkmasına rağmen Türkiye siyaseti hiçbir zaman doğal rayına oturamadı ve hala da oturmuş değil…
***
Geçen ay içinde Bulgaristan’da seçimler oldu ve bu seçimlere -her nedense (sebebini bilmekle beraber) biz daha çok çabaladık- katılım beklenenin çok çok altında oldu. Bulgaristan seçmenlerinin neredeyse %50’sinden fazlası sandığa gitmedi. Sandığa gitmemenin birçok sebebi olabilir. Ama beni ilgilendiren kısmı şu: Gitmeyenlerin ezici çoğunluğu kim seçilirse seçilsin kendisini ilgilendiren pek çok konuda olumsuz anlamda (daha olumsuz da olabilir) bir değişikliğin yaşanmayacağını bilmesi olmalı.
Ve insan üzülüyor, bu ülke daha 90’lı yıllara kadar demir yumrukla yönetilmişti. Biz ise mezardakilerine dahi oy kullandıracak kadar sandık fetişistliği yapıyoruz.
Keşke biz de “kim kazanırsa kazansın bize ne” diyebilecek bir noktaya gelebilseydik!..