Arslanköy, bulutların içindeki yayla…
Eskilerden elbette Arap Usta, Abdülhayr Usta, Ciğerci Kemal veya Can Can Fikri diyecekler de vardır ama Ciğerci Sait’teki lezzet çok farklıydı. Sait’in dükkânı küçücüktü, üç masa sığdıramazdınız, Sait ise dükkânının aksine kocaman bir adamdı, hep siyah şalvar üstüne beyaz gömlek giyerdi, kafasını da usturayla parlatırdı.
Gülsel teyzemin tek katlısının yanındaki boş arsada “Optimus” marka bir lüküsün ışığında tütün dizmeye başlandı mı, bizim Gümenüz’den Arslanköy’e gitme vaktimiz geldi demekti. Tütün hevenklerinden geceye yayılan kokuyu hâlâ duyarım, hevenklerin asıldığı keviklerin ise bazen rüyâlarıma girdiği de olmuştur, teyzemin oğlu Ali Fuat söylemeseydi, onca yıl sonra hiç aklıma gelmezdi, çünkü havyarcıların ırmak ağızlarında kullandığı kancaların körelenlerinin dahi tütün hevenklerinde kevik olarak kullanıldığını unutmuştum. Gümenüz’den Arslanköy’e giderken ise, Sabiha Hanım’ın ahşabı, kedisi Mestan’ın yavruları, kendisinden önce motosikletinin sesi gelen Akif Buharalı’nın yazlık sinemasındaki şamata, bu arada ismini kimsenin anımsamadığı kışlık sinemayı Alaadin Çakır’ın yaptırdığını oğlu Alihan’ın bana yazdığını belirteyim, Güven Turan’ın teyzesi Nermin Genç’e akşam çayına gittiğimiz avludaki traktör ve hep boz renkli önlüğüyle gazete sayfalarından külah yaparken gördüğüm Hamza’nın kaynana şekerleri, gecenin karanlığında otobüsün pencerelerinde benden hiç ayrılmayacaklardı.
Güven Turan ile hısımız, teyzesi Nermin Genç’i ziyâret ettiğimiz karşımızdaki büyük ev aslında Bekir Efendilerin yahut Arabın Bekir’inin ahşabı olarak bilinirdi, Nermin teyzemiz, ‘27 doğumluydu galiba, Bekir Efendi’nin çocuklarındandı, Güven Turan’ın annesi Sabriye teyzemiz de öyle, Nermin teyzemizin ablası, aile Gerze’de Sağır Arifoğulları veya Arabzâdeler olarak bilinirmiş. Buradaki Arabın Araplıkla en ufak bir ilgisi yok, Kırım’daki Arabat köyünden geliyor, bildiğim kadarıyla Sağır Arif’in zevcesi Zehra ninemiz Arabat köyündenmiş, ailede orada tuz ticâretiyle uğraşıyor. Arabat Gerzelilerin ağzında bazen Arab bazen de Arat oluvermiş. Biliyorum, şu Arabat çoğunuzun aklını karıştırdı, evet, aslında aklınıza gelen şey doğru. Bolşevikler ‘44’te tren katarlarıyla Tatarları sürgüne göndermelerini votkayla kutladıkları gece Arabat’ta epeyce Tatarı unuttuklarını fark ediyorlar, durum hemen Bodan Kobulov’a intikal ediyor, ne var ki trenler yola çıkalı epey olmuştur. Sıkıysa bunu Stalin’e söyle, mümkünü yok affetmez, büzüğü üç buçuk atan Kobulov’un talimatıyla Arabat köylülerini bir gemiye doldurup gemiyi Azak Denizi’nde batırıyorlar, Arabat’tan kim var kim yok hepsi boğularak ölmüş.
Sağır Arif’in oğlu Arabın Hüseyin’in Gümenüz’e yerleşen ilk Gerzeli olduğunu söyleyenler de var, onun evlâdlarından Arabın Bekir’in de, sonuçta Sağır Arifoğulları Gümenüz’ün kurucu ailelerinden. Güven Turan ile hısımlığımız ise Arabın Bekir tarafından, dedemin ve anneannemin onlardan daha sonra Gümenüz’e geldikleriyse kesin. Ahşapların karşılıklı kondurulmasının nedeni de hısımlık olmalı. Neyse, bu fasla bir başka yazımda yeniden döneceğim, Gümenüz derken otobüsümüz çoktan Gülek Boğazı’nın başındaki lokantaya varmış bile, dışarıya iniyoruz, hava buz gibi, oradaki çeşmeden su içeninse dişleri elinize dökülüverir. Yarım saat sonra kalkıyoruz, sabahın körü ya, radyoda “Yurttan Sesler” var, “Ayva çiçek açmış yaz mı gelecek / Gönül bu sevdadan vaz mı geçecek / Bana ettiklerin az mı gelecek / Yandım Allah yandım yandırma beni / Derin uykulardan kaldırma beni / Seviyorum diyerek kandırma beni”, ben bile neredeyse şıkıdım şıkıdım oynayacağım. Gülek Boğazı’na tarihçiler “Kilikya Kapısı” demeyi seviyor, yol da Roma devrinde “Via Tauri” olarak bilinirmiş. Dağların arasında daracık ve çok tehlikeli bir yol, vaktiyle bir “Yedi Virajlar” mevkii vardı ki, sormayın. Yolculardan kusan kusana, sonra birden düzlüğe inip, sağa sapılıyordu, solunuzda deniz, sağınızda portakal bahçeleri, sizi doğruca Kleopatra Kapısı’ndan geçirerek Tarsus’a getiriyor. Hikâyesi turistik palavra, ayrıca Kleopatra’nın sâhile çıktığı yerdeki Deniz Kapısı’nın Kleopatra Kapısı olması ihtimali de yok, ha bu arada Mersinlilerin oraya “Kancık Kapısı” dediğini de sayfamıza not düşeyim, buna rağmen kapı at nalı şeklindeki kemeriyle beni hep büyülemiştir, oysa Mısırlı İbrahim Paşa şehrin surlarını yıktırdıktan sonra yerine devşirme taşlardan yaptırıldığı biliniyordu, muhtemelen 1835 sonrasındadır, yakınlardaysa restorasyon ismiyle onu bile mahvettiler.
Kleopatra Kapısı’ndan geçince, Mersin en fazla yarım saat çekiyor, köye çıkmadan her yıl iki gün mutlaka Toros Oteli’nde kalıyoruz. Otelin altında köpüklü ayran satan büfe gibi bir dükkân anımsıyorum, ayrancının yaşıtım olan kızı, belki benden bir yaş küçük olabilir, sarı saçları iki yandan örgülü, ufacık burnunun üstü çilli bir kız, biz gelince hemen yukarı çıkıyor. Okuma yazma bilmediğinden ben ona “Zıp Zıp” dergisinden “As Futbolcu”, Yaman Gazetesi Rik”, “Üç Kafadarlar”, “Göklerde Düello” ve “Budanın Esrarı” gibi çizgi romanları okuyorum, dinlemeye bayılıyor, sık sık da bir şeyler soruyor, öğle oluncaysa babam ona da izin kopartıp, hepimizi Sahil Lokantası’na götürüyor. Sahil Lokantası güzel olmasına güzeldi de, ne yalan söyleyeyim, benim tercihim Ciğerci Sait’ti. Eskilerden elbette Arap Usta, Abdülhayr Usta, Ciğerci Kemal veya Can Can Fikri diyecekler de vardır ama Ciğerci Sait’teki lezzet çok farklıydı. Sait’in dükkânı küçücüktü, üç masa sığdıramazdınız, Sait ise dükkânının aksine kocaman bir adamdı, hep siyah şalvar üstüne beyaz gömlek giyerdi, kafasını da usturayla parlatırdı. Onun gibi biri de Mersinli Ahmet’ti, şampiyonun Olimpiyat Kıraathânesi aklımda kaldığı kadarıyla Hanri Atat Sokağı’ndaydı, tek katlıydı, verendasında kitap okumayı severdim, Olimpiyat’ın küçük salonunda da sigara içilmiyor, gazete ve kitap okunuyordu.
Can Can Fikri’yi, aslında iyi bir kebabçıymış, hiç görmedim ama onu ‘66’da düşmân bellemiştim, nedeniyse Fenerbahçemizin efsânesi Lefter’di. ‘65’te Lefter Mersin İdman Yurdu’na gelmişti, galiba o yıl takımın ismi Çukurova İdman Yurdu’ydu, kadroda ayrıca Kadri Aytaç ve Osman Arpacıoğlu da var, fakat kaleci Yusuf herkesin başına belâ, sık sık kankası Fikri Özkörüklü’yü dolduruyor, onun yüzünden Fikri rakıyı fazla kaçırınca bıçağını Lefter’in baldırına saplayıveriyor. Tabii ki Mersinliler köpürüyor, Can Can Fikri’nin dükkânında cam çerçeve ne varsa hepsini indiriyorlar, olayın asıl faili Yusuf ise Ankara’ya kaçıyor. Mersin o yıllarda küçücük, şehrin Müftü Köprüsü’nde bittiğini söylersem yalan olmaz, Kiremithâne, Mahmudiye, Mesudiye, Hamidiye, Camii Şerif, İhsaniye, dereden sonrasıysa Soli harâbelerine kadar arzullahi vâsia. Maalesef o güzelim köprü ‘68’deki sel felâketinde yıkıldı. Dereden sonra bir plaj ve gazino anımsıyorsam da, gazinonun ismi aklımda kalmadı, Aslı Han’dan Mersinli sahhaf Mihrican’a da sordum, yaşı yetmedi, oysa Şükran Ay’ın “Kahverengi Gözlerin” şarkısını ‘67’de ilk orada dinlemiştim. Babam biz denize girerken gazinoda Alata Teknik Bahçevanlık Okulu’nda öğretmen olan köylüsü şâir Rehber Aydın ile buluşup demlenirlerdi.
Arslanköy Garajı iki binâ arasında daracık bir yerdi, köye çıkan otobüsler de sayılıydı. Köye az kalmışken bütün otobüsler çeşmeli bir kır kahvehânesinde mutlaka su kaynatırdı, oradan sonra da bulutların içine girerdik, sağa bak bir şey görünmezdi, sola bak yine bir şey görünmezdi, çünkü orman kesif bir sisin içinde kaybolurdu, yirmi dakika kadar öyle gidince, asırlık çınarın önünde sis birden dağılırdı. Arslanköy, eski ismiyle Efrenk, antik çağdan beri yerleşim yeri, yakınlarındaki beş kale ve on sekiz kaya mezarı bunun kanıtı, ancak Bizans ve Osmanlı dönemlerinde nüfusunun etnik yapısı sürekli değiştirilmiş, asırlar boyunca değişmeyen yegâne halk Yörükler olmuş, buna hiç itirazım yok, ama 17’nci yüzyılda Karacaoğlan’ın, 19’uncu yüzyıldaysa Dadaloğlu’nun Efrenk’te birkaç yıl geçirdiğinin yazılması bana hiç inandırıcı gelmiyor.
Baba tarafımın Efrenk’e 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında Torul’un Colaşana köyünden iskan edildiğini ise amcamın kızı Zübeyde söylemişti, oraya da Güney Kafkasya’dan gelmiş olmalılar, sanırım Kolhililerden beri bozulmamış olan Laz ırkındanmışlar, dedem benim çocukluğumda köyde Laz Hakkı olarak tanınırdı, sarışın ve mavi gözlüydü, doğup büyüme Efrenkli olmasına rağmen konuşmasının zaman zaman Lazca’ya kaçtığını hayâl meyal anımsıyorum. Dedemin ataları da dedem gibi taş ustasıymış, anlayacağınız alaylı mimarlar, köprü ve binâ inşâsında üstlerine yok, ‘60’larda amcalarımdan bir Mızrap ata mesleğini devâm ettiriyordu, Haşim amcam ruhen de Yörük olup çıkmış, köye geldiği hiç yok, karılarıyla ve hayvanlarıyla yüksek yaylalarda yaşıyordu, Halil amcamsa hayvancılık ve çiftçilik yapıyordu. Yörüklük damarlarımızdaki kana babaannem Fatma ile karışmış, dedem Yörük kızı Fatma’ya göz koymuş ve bir gece onu yaylalarındaki çadırından kaçırıp, Efrenk’e getirmiş. İkisinin çocuklarından sadece Haşim ile Behzat analarına benziyordu, Cemal Süreya babam için “Meksikalı bir Eskimo” demişti ya, ikisi de aynen öyleydi, diğerleriyse sarışınlıklarıyla ve yeşil mavi renkli gözleriyle babalarına çekmişlerdi.
Arslanköylü yazarlardan Osman Şahin’in ailesinin de Darende’den iskan edildiğini Müslüm Kabadayı’dan okumuştum, ona da Osman Şahin’in birâderi Behzat Şahin söylemiş, Darende’ye ise muhtemelen Balkanlardan gelmişler, görürsem bunu Tomris’e soracağım, sarışın mavi gözlüler, onlardan bir Buket kızıl saçlı, İskoçyalı veya İrlandalı kızlar gibi. Buket’i her gördüğümde, Haçlı Seferleri sırasında Efrenk’te birazcık Frenk nüfusunun kaldığına dâir rivâyet aklıma gelirdi, belki de doğruydu. Arslanköy’ün en büyük özelliği nüfusunun büyük kısmının yüksek tahsil yapmasıdır. 19’uncu yüzyılın sonlarında Efrenkli aileler çocuklarını Kahire’deki El Ezher’e gönderirmiş, ‘40’larda ve ‘50’lerde ise zenginler Mersin’deki liseye, oradan da Ankara’daki veya İstanbul’daki üniversiteye, fakirler de Düziçi Köy Enstitüsü’ne yazdırılmış, babam ‘40’larda bile köy kızlarından on beş kadarının yüksek tahsil yaptığını anlatırdı, doğrusu o yıllar için çok şaşırtıcıydı.
Efrenk’in Arslanköy olmasının hikâyesi de ilginçtir, Fransızlar aşağıda Mersin’i işgal edince, onlarla birlikte intikamcı Ermeni Lejyonu da gelmiş, mukavemeti ilk Efrenkli çeteler başlatmış, köylerde ve şehirde o vakitler epeyce Ermeni hânesi varmış, sırtlarını Fransızlara dayayınca şımarmışlar ve Müslüman nüfusa zulmetmeye başlamışlar, Ermeniler sadece Mersin’de kırk dört, Tarsus’ta ise otuz bir çiftliği tahrip etmiş, öldürdükleri çoluk çocuğu şimdilik geçiyorum, fakat işe Efrenkli çeteler karışınca, durum değişmiş, Efrenk müfrezesi Hüsnü isminde bir çavuşun komutasındaymış, kısa sürede dağ taş işgalcilerden temizlenmiş. Efrenk ismi böylelikle arslanların yatağını çağrıştırsın diye Arslanköy olmuş.
Dedem ‘70’li yılların başında İstanbul’da kanser tedavisi görürken, ondan dağlardaki müsâdemeleri çok dinlemiştim, bilhassa da Yavca civârında intikamcı Ermenilerle olan en şedid müsâdemeyi. Bunları mecbûren sonraya bırakıyorum, çünkü ağız tanbûrası çalma hakkımı doldurdum, birisi bana “Anan seni doğururken çeneni mi kirletti!” demeden, bizim evin önünden önde eşekleri, peşinde develeriyle ve atlarıyla Tarsus ovasına inen Yörükleri bir türküyle selâmlamaya var mısınız, tamam diyorsanız hemen şimdi başlayalım. “Ceylan gibi Yörük kızı / Bakar Tarsus ovasına / Yeşil yeşil ormanlardan / Çıkar Tarsus ovasına / Naz olmaz böyle naz gibi / Rengi gülden beyaz gibi / Gökten kopmuş yıldız gibi / Akar Tarsus ovasına / Almış yayla havasını / Bozmuş mutlak yuvasını / Bezeklemiş devesini / Yıkar Tarsus ovasına”. Haklısınız, türkü daha bitmedi ama son noktayı bir soru işâretiyle atacağım, türkünün devâmınıysa sonraki yazımda bekleyin: Ben bu türküyü Âşık Efkâri’nin kaydından dinlemeyi seviyorum, peki ya siz?
