Bâb-ı Âli’de birkaç yıl rüzgâr gibi geçmişti...
Biliyorum, Süleymaniye’den Isparta’ya atladım, oysa arada dört yıl kadar Bâb-ı Âli vardı, unutmadım. Mezûniyetimden sonra Ankara’da çıkan Yarın dergisinde sinema yazmaya başlamıştım, fakat Bâb-ı Âli dergilerinde yoktum. Kesinlikle ‘82 yılının Eylül ayıydı, yağmurlu ve kasvetli günlerin biriydi, Süreyya Sineması’nda “Rocky” filmini seyretmiş, şeker şurubu lezzetindeki hikâyesine bayılmıştım. Kadıköyü’nden Bostancı’ya döner dönmez de, bütün gece sayfalarca “Rocky” değerlendirmesi döktürüp, ertesi gün Edebiyat ‘81 dergisine göndermiştim. Yazdığımı Yarın’a değil de niçin Edebiyat ‘81’e gönderdiğimi anımsamıyorum, on beş gün kadar sonraysa Tanju Cılızoğlu’ndan sekiz dokuz sayfalık bir mektup geldi, Seçkin Hanım “Rocky” yazımı pek sevdiğinden düzenli olarak Edebiyat ‘81’e de ecnebi filmlerin eleştirilerini yazmamı istiyordu, Aydın Sayman ise yerli filmleri yazacakmış.
Birkaç gün sonra Tanju Cılızoğlu’nun verdiği adrese gittim, Çemberlitaş’ta, köşedeki Yapı Kredi Bankası’ndan adliyeye doğru inerken, sağdaki ikinci veya üçüncü apartmanın üst katlarından birindeydi, masasının önündeki koltuktaysa Firüzan Hüsrev Tökin oturuyordu. Biraz sohbet ettik, üstâdımız Hakimiyet ismindeki bir gazetenin de genel yayın yönetmenliğini üstlenmiş, gazetenin kültür sanat sayfasında da kendisine yardımcı olup olamayacağımı sordu, Firüzan Hüsrev Tökin ise iç politika sayfasındaymış. Akşam üstüne doğru Seçkin Hanım gelmiş, hep birlikte Kumkapı’daki Kör Agop’a inmiştik. Hakimiyet gazetesinde pek durmadım, sâhibi Sabit Batumlu’ya kızıp ayrıldım, ama Isparta’ya gidene kadar Edebiyat ‘81’de yazdım. Rahmetli Tanju ağabeyi severdim, onunla gazeteden çıkışta ara sıra Gar Lokantası’na takılırdık, bir ara da Tuzla’ya Süleyman Demirel’e gidip gelmeye başlamıştık. Demirel sadece çok zeki bir adam değildi, aynı zamanda ülkemizin sayılı mecânîn-i kütüblerinden biriydi de, gözlerimin önüne hep kitaplarının arasında otururken geliyor, o kitapların üstündeyse bahçesinin kınalı horozu dikilirdi.
‘83’de olmalı, Ankara’dan bir iki günlüğüne İstanbul’a dönen Metin Celal, bize uğrayıp, Bâb-ı Âli’ye gideceğimizi söylemişti. Meğerse Adnan Özer yeni bir dergi çıkarmanın peşindeymiş, ona uğrayıp saatlerce oturduk, ilk başta biraz mesâfeliydim, çünkü eski politik bağlantısı beni rahatsız ediyordu, ancak Adnan Özer’in parti muhibbinden epeyce farklı düşündüğünü görünce rahatlamıştım, onunla Jorge Amado, Manuel Scorza ve Juan Rulfo konuşabiliyorduk. Aslında dergi Türk, Latin Amerika, Asya ve Afrika edebiyatı ağırlıklı olacaktı, ancak aramızdaki görüş ayrılıkları yüzünden Üç Çiçek birinci sayıdan sonra amacından uzaklaştı. İlk sayıda Adnan Özer, Haydar Ergülen, Tuğrul Tanyol, Özcan Bilge ve ben, ikinci sayıda Özcan Bilge’nin yerine Orhan Tekelioğlu vardı, üçüncü sayıda ben ve Orhan Tekelioğlu yoktuk, ama Ali Günvar gelmişti. Metin Celal’in yayın kurulunda olmamasının yegâne nedeniyse Ankara’da okumasıydı, geçenlerde Tuğrul Tanyol’u okurken Mehmet Müfit aklıma geldi, Tuğrul onu Adnan’ın Üç Çiçek yayın kuruluna almadığını belirtiyordu, buraya kadar kısmen doğruydu, ancak nedeni eksikti, Adnan’ın bütün itirazı bildiğim kadarıya Mehmet Müfit’in huysuzluğuydu, çünkü yerli yersiz herkesle kavga ediyordu, bu da dergiye zarar verebilirdi, yoksa Adnan’ın en sevdiklerinden biriydi Mehmet Müfit, onunla Yüksek Kaldırım’da bul karayı al parayı oynarken Hüseyin Avni Dede sayesinde tanışmışlardı ve Mehmet Müfit’in “İstanbul’un Ağır Sultanları” isimli ilk kitabını da ‘84’de Adnan basacaktı.
Üç Çiçek’in ilk sayısındaki “Mehmed Akif” yazısı aramızda bir kırılmaya neden olmuştu, yazıyı dergiye Adnan koydurmak istemişti, ben de onu desteklemiştim, arkadaşımız Artin Demirci’ye de desen çizdirdik, ama Can Yücel ve Ataol Behramoğlu gördüklerinde Adnan’a epeyce köpürmüşler. Bunun üzerine dergi konuştuğumuzdan farklı bir çizgiye kaydı, Adnan ise iki arada bir derede kalmıştı, ben de kızıp dergiyle hiç ilgilenmedim, üçüncü ve son sayıdaysa işte bu yüzden yoktum.
‘84’ün ilkbaharına girerken Isparta’ya gittim, kışa doğruysa İstanbul’a döndüm. Sekiz aydan sonra Bâb-ı Âli’de her şeyi değişmiş bulmuştum, bu defa eskiler Levent Erseven’in İmge Yayınevi’nde veya Stüdyo İmge dergisinde toplanıyorlardı. Onlara, Burak Eldem, İzzet Eti, Sinan Güler, Orhan Kâhyaoğlu, Halil Turhanlı, Yaşar Akşahin, Merih Akoğul, Hüseyin Öncü, Kubilay Ünsal, Ahmet Mürşit Sertal, Vural Bahadır, Cengiz Öndersever, Oktay Taftalı, Birhan Keskin, Tacettin Barbarosoğlu, Vacit Buçukoğlu, Muhsin Nuraydın, Enver Ercan, İbrahim Kılıç ve Gülin Dalaman katılmışlardı. Cengiz Öndersever’i çok yazdım, bizim kuşağın en iyi hikâyecisidir, rahmetli Gülin Dalaman ise müthiş bir çevirmendi. Aynı günlerde Metin Celal de Ankara’dan İstanbul’a dönmüş, yayıncılığa başlamıştı.
İstanbul Reklam’ın kafe kısmı, benim, Adnan Özer’in, Cengiz Öndersever’in, Mazhar Candan’ın, Süheyl Gürbaşkan’ın, Gönül ve Emel Gunca kardeşlerin buluşma mekânıydı. Adnan ve Cengiz kafeden kalkıp genellikle Çorlulu Ali Paşa Medresesi’ndeki Erenler Nargile’ye gidiyorlardı, nargile kokusundan nefret ettiğimden onlarla pek takılmıyordum, ben de İstanbul Reklam’dan sonra Aksaray’da Kubilay Ünsal’ın kapısını çalardım. Samet Bağçe’nin, Ayla Kanbur’un, Gülin Dalaman’ın ve benim günlerce Kubilay’ın evinden çıkmadığımız çok olmuştur, sanırım Gönül ve Emel hiç gelmediler, ama Gülay hep vardı. Maalesef Gülin Dalaman’ı da Gönül Gunca’yı da çok genç yaşlarında kanser illetinden kaybettik.
Bazı anımsatmalar yüzünden Isparta’ya yeniden geçeceğim ama önce Bâb-ı Âli’den kaybettiğim dostlarımı, Firüzan Hüsrev Tökin’i, Süheyl Gürbaşkan’ı, Tanju Cılızoğlu’nu, Mazhar Candan’ı, Gülin Dalaman’ı, Hüseyin Öncü’yü, Mehmet Müfit’i, Gönül Gunca’yı, Enver Ercan’ı ve Kubilay Ünsal’ı, Yedikule’deki Safa’ya götürüp, felekten bir gece geçirmek istiyorum. Şu işe bakın, Arnavut Süleyman dahi kabrinden kalkıp gelmiş, önce hepimizin önüne birer yüksük kadehi koyuyor, sonra da “Gıravatlı” şişesinden kadehlerde “domuz sıkısı” ayarı yapıyor. Arkadan bir Nihâvend şarkı hafif hafif yayılıyor, Emel Sayın’ın sesinden. “Yılların ardından seslenmek niye / Bunca yıl yolları beklemek niye / Bir ömür tükenir, dönecek diye / Gidenler dönmez, gidenler dönmez”. Kadehlerimizi Ahmed Rasim üstâd gibi “Çak!” diye kaldırırken, yek vücûd olup nücûm-i zâhirede Emel Sayın ile birlikte sahne alıyoruz. Ama, şarkı doğruyu söylemiyor, çünkü gidenlerin de anılardan yaşama dönebildiklerine inanıyorum.
Aa, masamıza 40’ıncı Piyade Alayı’ndan gelenler de var, Timuçin Özyürekli, Necdet Çatak ve Ali Şahin, beni 2’nci Havan Bölüğü’nün gazinosuna götürmek istiyorlar, askerliğimi sakıncalı yapmış olsam da, işin edebiyatında değilim, onu hırsı bir karış havada olanlara bırakıyorum. Ben yaşamımdaki o sekiz ayı hiç şikâyet olarak dillendirmedim, nasıl yapayım, orada en azından Besim Dalgıç’ı tanıdım, günde dört mevsimi yaşamak ise hepimize iyi gelmişti. Ayrıca beni hiç sormayın, sanki aydaki düğüne merdiven kurup girmiştim, gamzeli zembillilerin, kadavra gıdıklayanların, testisi kırıkların, kotalı takılanların, orta çiliği oynayanların veya eteği belindelerin şirretlikleri artık sekiz dokuz saat uzağımdaydılar.
Henüz 2’nci Havan Bölüğü’nün gazinosunun anahtarı bana verilmeden, günde iki defa herkesin köpek sürülerinden korktuğu yerlere gönüllü nöbete giderdim, cebimde Yahya Kemal’in ve Hilmi Yavuz’un şiirleri, in cin yok, yanımdaysa sadece az ilerideki köyün köpekleri, mutluydum. Gazinomuzda, Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet, Günaydın ve Tercüman gazeteleriyle, Nokta ve Yeni Gündem dergileri hep olurdu, Besim de şehre indiğinde nereden ve nasıl buluyorsa bir yığın kitapla dönerdi, örneğin Enis Batur’un “Kandil” ve “İblise Göre İncil” kitaplarını sanırım Besim’in çarşıdan taşıdıklarından okumuştum, televizyondaysa “Serüven Peşinde” ismiyle oynayan diziyi hiç kaçırmıyordum, eski “Flying Tigers” pilotlarından Jake Cutter ve tek gözlü köpeği Jack beni hayli eğlendiriyordu.
Isparta’dayken küçük bir defterim vardı, ona alaydaki otların kokusundaki değişimleri ve saksağanlara verdiğim isimleri yazardım. Koruluktaki saksağanlar çok zeki ve çok cesur hayvanlardı, şarkı söylediklerini kulaklarımla işittim, ölülerine cenâze töreni düzenledikleriniyse gözlerimle gördüm. Her sabah süratle ağaçlardaki yuvalara doğru dalan doğanlarla muhârebe ederlerdi. Muhârebede saksağanlardan birkaçının ölmesine rağmen, sonunda doğanları kovalarlardı, 40’ıncı Piyade Alayı onların yuvasıydı. Bir de insan yüzlerini hiç ama hiç unutmuyorlardı, beni sevdiklerinden emindim, çünkü “Rindlerin Ölümü” şiirini benzinlik mahallinde onlara sesli okurken beni merâkla dinlerlerdi. Aralarından hayli şişko bir saksağanı anımsıyorum, ona “Yahya Kemal” derdim, ceplerimde yemesi için de mutlaka bir şeyler taşıyordum.
Isparta’dan dönünce bir ara Adnan Özer ile birlikte haftada bir iki gün Mecidiyeköy’de Hasan Kaçan’a, bir iki gün de Arnavutköyü’nde Handan’a misâfir oluyorduk, Kaçanlara pek fazla mıy mıy cinsinden feminist ziyâretçi gelirdi, ne işçi sınıfından bir ailenin kızı olan Serap ne de bir sefâlet mahallesinde büyüyen Hasan Kaçan feminizmden anlardı, onların dünyalarının sınırı Orhan Gencebay’ın arabesk şarkılarıydı. Handan’a ise ara sıra kadın düşmânlığını “Börekçilik” ile teorikleştirdiğini sanan Yusuf Algazi uğruyordu. Arnavutköyü’ndeki kızlar, Yusuf’u şâir diye haddinden fazla önemsiyorlardı, ama bir gün onlara, “Kerumah / Ve terumah / Ve dihrama / Ve yimbara / Ve tiklamus / Ve bahremun / Ve karun / Ve handa / Ve ahanda / Vara banda / Handa / Ahanda / Baha ahanda / Baranda / Barana / Banra” gibi tuhaf dizeli bir şiirini okuyunca, ne demek istiyordu, bilmiyorum, bana daha çok kızışmış kedilerin şamatası gibi geliyordu, herkes kıkırdamış, o da kızların bu tepkisini şiir sanatına hakaret sayıp bir daha Arnavutköy’e uğramamıştı. Yusuf Algazi neyse de, onunla canciğer kuzu sarması olan Şükrü Caner’in tıpkı Mehmet Müfit gibi içindeki şiiri öldürmesine hep üzülmüşümdür, oysa Şükrü Caner’in hakikaten hoş şiirleri vardı. O yıllardan bir kaybeden de Hüseyin Öncü oldu, hem çok iyi birisiydi, hem de yetenekli bir şâirdi, maalesef kimse farkına varmadan bu dünyadan geçti.
Geldik işin en zor kısmına, bu yazıya nasıl üç nokta atarım diye düşündükçe de aklıma bir şey gelmiyordu, epey kıvrandım. Yaşlı kızım Lokum’a terasta martı dalınca, fırladım, işte o sırada gözüme Ruhi Su’nun bir fotoğrafı çarptı, sırtında kedisi Saman veya Sarman, hangisi doğruysa, kucağında köpeği Boncuk, peşinden de Nâzım Hikmet’in, Orhan Veli’nin, Oktay Rıfat’ın, Necip Fazıl’ın, Behçet Necatigil’in, Melih Cevdet’in, Özdemir Asaf’ın, Kemal Burkay’ın, Metin Altıok’un ve Haydar Ergülen’in kedili şiirlerinden dizeler dilimde takla atmaya başladılar, anlaşıldı, gelecek yazıma kedilerimi çağıracağım kesinleşti. “Gece on ikide bahçeye çıktım / Kedi de arkamdan bahçeye çıktı / Deniz çarşaf gibiydi anlatılmaz / Yıldızlar kedinin gözleri gibi / Karadut oracıkta duruyordu / Gölgesiz, ürkek, hemen oracıkta / Kedi üstünden bana bakıyordu / Sizleri düşündüm / Acımsı, buruk / Kuşlar öttü / Vapurlar düdük çaldı / Yoksa bana mı öyle geldi”. Yanılmıyorsunuz, Oktay Rıfat’tan, haftaya hep birlikte miyav miyav diyoruz...














