Bir zamanlar Kargalı’da...
Beni Bostancı’da cezbeden asıl şeyse, çay bahçesiyle çarşının arasındaki küçük mezarlıktı, ‘70 başına muhtemelen en eskisi 18’inci yüzyıldan olmak üzere ancak üç dört kadar mezar taşı kalmıştı, ‘75’e varmadan onlar da yok edildiler, Kargalı’da soğuk bir kola içerken hep çok bilmiş büyüklerin mezarlık palavralarına kulak verirdim.

Girit muhâcirlerinden Hasanaki’nin Bostancı İstasyonu’nun arkasına ‘45’de açtığı çay bahçesi ‘75 sonrasında solcuların mekânı olmuştu, zemini topraktı, sıcaklarda dahi bütün gün püfür püfür eserdi, gün batarken semtin ne kadar kargası varsa hepsinin Hasanakilerin çınarlarında toplanmasıysa şâyân-ı temâşâydı, İstasyon Çay Bahçesi yerine Kargalı denmesinin nedeni de buydu. Çamaşırcı Deresi’ne inen merdivenlerin ucunda bahçenin beyaz kireç boyalı salaş bir ocağı vardı, Hasanakiler sonra Haydarpaşa yönüne giden trenlerin durduğu platformun kenârına bir de büfe açtılar. ‘80 sonrasında o büfede Hasanaki’nin oğullarından Hakkı Özveri’nin durduğunu anımsıyorum, nedense Recai aklımda pek kalmamış, Hayati ise Petek Bonmarşe’yi işletiyordu.
Kargalı’yı ‘69’da keşfettiğimden hiç kuşkum yok, çünkü Kasaplar Çarşısı’nın başındaki Çiftlik Ciğercisi’ne haftada bir iki gün kediler için ciğer almaya Kargalı’nın önünden inerdim. Ciğercinin üstündeki Pasifik Sineması’nı ise kutsal mekânlarımdan biriydi. Günaydın, İtimat, Ülker, Işıldak, Güven ve Yeni Kasap çarşıdan anımsadığım tabelalardan bazıları. Beni Bostancı’da cezbeden asıl şeyse, çay bahçesiyle çarşının arasındaki küçük mezarlıktı, ‘70 başına muhtemelen en eskisi 18’inci yüzyıldan olmak üzere ancak üç dört kadar mezar taşı kalmıştı, ‘75’e varmadan onlar da yok edildiler, Kargalı’da soğuk bir kola içerken hep çok bilmiş büyüklerin mezarlık palavralarına kulak verirdim. Ancak, büyükler ne derse desinler, benim gördüğüm mezar taşları kesinlikle Celâli Mezarlığı’na ait değildi, kırk kadar Celâlî mezarı beş on adım daha ileride olmalıydı, Kasaplar Çarşısı yapılırken de yok edilmişti, Semavi Eyice’nin ‘58’de Celâlî mezar taşlarının akıbetlerini araştırdığını biliyoruz, onların başına gelenleriyse maalesef tesbit edememişti. Ben sonraki asırlarda onların sağına soluna ve önüne arkasına definler yapılmış olabileceğini düşünüyorum, Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki 22 /Ş / 1310 T., DN. 163 ve GN. 72 sayılı kayıt da bu düşüncemi destekliyor.
Olacak şey değil, kasap tabelalarını düşünürken aklıma birden İbrahim geldi, bu yüzden Kargalı için küçük bir ara vereceğim, İbrahim’i veya İbo’yu yazmasam çatlarım: Bugün altmışlı yaşlarında olanlardan ‘80’li yılların başında Yeni Kasap’ın kapısındaki İbrahim isimli koca köpeği anımsayanlar muhakkak çıkacaktır, onu Bilal Güven’in oğulları Mehmet ve Erol mu besliyordu, emîn değilim, belki de çarşıdan herkes ona bakıyordu, çünkü İbrahim sarhoşları tek tek evlerine bıraktığından esnâf arasında şöhret sâhibiydi. Sonra onu bir yaz gününde Cevahirci Sokak’ın veya Eski Bağdat Caddesi’nin başında belediyeden alçak biri tüfekle vurarak öldürdü, ben de evden yeni çıkmış, Kargalı’ya iniyordum, yılını sorarsanız ‘82 veya ‘83 diyeceğim geliyor, karşı kaldırımdaydım, adamın ona nişân aldığını fark ettim ama yetişemedim, sonra İstasyon Yolu’nun başındaki bakkalın önünden kaptığım keser sapıyla adamı aşağıya kadar kovaladım, tam onu Derya’ya varmadan yakalayacaktım ki, yarım burun Ford minibüslü polis ekibi beni yaka paça kapmıştı.
Kasaplar Çarşısı’ndan İbrahim’i unutulmaktan kurtardım ya, artık içim rahat, yeniden Kargalı’ya dönebilirim: O yıllarda, köprüyü geçince, solda, çınarın dibinde sadece Arnavut Mürüvvet’in meyhânesini anımsıyorum, yerine otuz yıl içinde sırasıyla Yalçın’ın manavı, Çatı Birahânesi ve Muhsin Şakar’ın Kinderland isimli kapalı lunaparkı açıldı, şimdi orada Çınaraltı Mangalbaşı var, karşı çaprazınaysa kundura tamircisi Falçata Necmi’nin barakası kondurulmuştu. Alt geçitten merdivenle Kargalı’ya çıkınca, sıkı durun, şimdi ‘69’dan ‘76’ya geçiyorsunuz, ben üniversitedeyim, bahçede Suâdiye Lisesi’nin öğrencilerini görürdünüz, İsmet’i, Aykut’u, Yavuz’u, Rıza’yı, Süleyman’ı, Vedat’ı, Asaf Güven’i, Güniz’i, Serdar’ı, Aydın’ı, Filiz’i, Mehmet’i ve Tülay’ı. Aralarında en eski arkadaşım İsmet Karakuş, orta sonda bir yıl okuldan uzaklaştırıldığımda, rahmetli Ülkü Aydın’ın derslerine ara sıra onların sınıfında misâfir öğrenci oluyordum, yıllar sonra karşıma Kadıköyü’nde Ece-Ali Aktan dostlarımın nikâh memûru olarak çıkmıştı, ben de Ali’nin şâhidiydim. Aykut Tankuter’in kanserden vefât ettiğini Barlas Özarıkça söyledi, Süleyman Holat yıllardır Fransa’da yaşıyor, en son kardeşinin cenazesinde görüşmüştük, Yavuz Semerci sanırım Amerika’dan dönmüş, Vedat Koyuncu’yu asıl Süleymaniye’de tanıdım, Eczacılık’a girmişti, Serdar Şencan hep doğru yoldaydı, bugün başarılı bir ressam, İzmir’e yerleşen Asaf Güven Aksel’in ise yazılarını okuyorum. ‘80 sonrasındaki Kargalı’ya ise onlardan Yavuz, Süleyman ve Vedat kalmıştı. Ancak yine de Kargalı’nın solcusu epeyce fazlaydı, örneğin Atilla İyicilman, maalesef 2019 yılının baharında kanserden vefât etti, Orhan, onun kanserden vefâtı Atilla’dan önceydi, Mehmet Eren, o da 2025 baharında gelmeze gitmiş, ölüm nedenini bilmiyorum, Tanju Uysal ve Mete Bıldırcın, ilk aklıma gelenler. Tanju ‘90’larda Kanada’ya yerleşti, Metin Yeğin’in “Grev” isimli filminin hem yapımcısı oldu hem de müziklerini yaptı, Mete Bıldırcın ise uzunca bir müddet Rusya’da çalıştı, sonra fotoğrafa merâk sardı.
Tanju ve Mete için bir şey diyemem de, yıldızından yumruk çıkan fraksiyondan gelenlerin ‘82 sonrasında gıcık kaptığı bir entel gürûhu vardı. Ünal Diçkök, yanlış anımsamıyorsam Günaydın gazetesindeydi. Zeki Coşkun, eski Birikim mahfilindendi, sonra Radikal gazetesinde yazdı, Mimar Sinan Üniversitesi’nde hocalık yapıyor, çok sayıda kitabı var. Cezmi Ersöz, ‘70’lerde Suâdiye’den futbol arkadaşımdı, Zeki gibi o da eski Birikim mahfilinden geliyordu, bir ara ismi çok satan yazarların arasında geçti, ancak münevver olmayı bazı tuhaflıklarla karıştırınca, kendisine mesâfe koydum. Harun Turgan, sakallarına makas vurdurmayan çok sevimli bir oğlandı, epeydir Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi’nde çalıştığını biliyorum. Mehmet Öznur, yurt dışına gitme hazırlığındaydı, İngiltere dönüşündeyse Encore Yayınları’nı kurdu, Rebecca Solnit, Slavoj Zizek ve Alain Badiou kitaplarını bastı. Nurzer Öznur, bizim Mehmet’in ablasıydı, hanım hanımcıktı, kısa süre Cezmi Ersöz ile evli kaldı. Hatice Mumcic, Londra’dan gelen Boşnak asıllı Troçkistlerdendi, Köhne’den de arkadaşımızdı, sonra Datça’ya yerleşti. Hakan Soydan, meyhâneciliğe daha başlamamıştı, Hürriyet’te adliye muhabirliği yapıyordu. Billur Yaltı, günümüzün vergi hukuku profesörlerinden, Kargalı döneminde Hakan Soydan ile evliydi. Mehmet Ulukan, kadim dostum, henüz ordudan Üçüncü Yolcu diye atılmamıştı, Kayseri’deki Hava İndirme Tugayı’nda üsteğmendi, bugün emekli albay, sinemacı, Urla’da yaşıyor. Osman Canik, darbe öncesinde Kurtuluş fraksiyonundandı, şiir yazardı, yıllar sonra Deliler Derneği’ne başkanlık yaptı, artık sağlık sorunlarıyla boğuşuyor.
Tevfik Şenyuva, ondan önce ‘79’da henüz yirmi iki yaşındayken öldürülen ağabeyi Hakan’ı tanımıştım, Tevfik ise Ankara’dan İstanbul’a gelip yerleşmişti, sonra Edith Ünsalan ile evlendiğini duydum, maalesef 2024 yılında kanser illetinden gelmeze gitti. Yüksel Ekşioğlu, bir ara hafta sonlarında Ankara’ya top oynamaya gittiğimde onda kalır, her gece Azer Yaran, Behçet Aysan, Ahmet Erhan ve Ercan Kesal çakıştırırdık, çok iyi şiirleri vardı, ısrârlarımıza rağmen yayınlatmadı, maalesef onu da 2024 yazında, Tevfik’ten bir ay kadar önce kaybetmişiz, umarım yazdığı şiirleri ailesi saklıyordur. Bir de Suriye, Hilal ve Sibel aklıma geliyor, Suriye ve Hilal sanırım yıllar önce Halkın Devrimci Öncüleri’nden içeriye girip ‘85’de tahliye olmuşlardı, Suriye’nin aksine Hilal hayli matrak bir kadındı, bana nedense Federico Fellini karakterlerinden birini anımsatırdı, epeydir görmüyorum, Sibel ise tıp okuyordu, ihtisas için Amerika’ya gitme hazırlıklarındaydı, dönüşündeyse meme kanserinden vefât ettiğini öğrendim.
‘87’den sonra Kargalı’ya daha az uğradım, oranın isim yapmış ilk muharrir müdavimleriyse Salâh Birsel ve Behzat Ay olmuştu, her sabah Kargalı’da buluşuyorlardı. Bir süre sonra onlara Sabahattin Kudret Aksal, Ahmet Miskioğlu, Halim Uğurlu ve Alp Kuran katıldı. Perşembe mahfilinin çekirdek kadrosu buydu, sanırım M. Güner Demiray, Sabri Koz ve Barlas Özarıkça daha sonraydı. Perşembe mahfilinin bir de Hatay Restaurant ayağı vardı, orada daha kalabalıktılar. Mehmed Kemal, Cemal Süreya, Cahit Kayra, Arif Damar, İsmet Kemal Karadayı, Nuri Erten, Feyyaz Kayacan, Cihat Burak, Halil İbrahim Bahar, Ercüment Uçarı, Ece Ayhan, Halim Şefik ve Eray Canberk. Hatay’a biz de gidiyorduk, Ahmet Zeki Pamuk, Feyha Karslı, Hilal Karakaş ve Gökhan Tuncay, üstte değil, hep alt katın bahçe kısmında otururduk.
Beni en fazla üzen şeylerin başında Bostancı’nın çirkin değişimi geliyor, ‘84’de askere Isparta’ya gidene kadar, Bostancı tipik bir sayfiye kasabasıydı, çok da severdim.
Evim Ocakbaşı, Güp Güp, Buhara, Saksonyalılar, Kuyu, Turgay’ın Tavernası Derya, Pilsen, Deniz Palas ve Kafe Tunca. Sekiz ay sonra Isparta’dan döndüğümde Bostancı’yı tanıyamadım, geriye onlardan Evim Ocakbaşı ve Kafe Tunca kalmıştı, II’nci Mahmud devrinde inşâ edilen karakolu yıkmışlar, önündeki çeşmenin yerini ise iki üç defa değiştirmişlerdi. Set üstündeki namazgâhtan artık en ufak bir iz dahi yoktu, bir zamanlar karakolun arkasında duran namazgâhın kıble taşı da kayıptı. Deniz doldurulmuştu, Bedrettin Dalan sâhili birkaç yalı sâhibi zenginin mülkü olmaktan çıkarıp halka açmıştı, buna en ufak bir itirazım yoktu, ancak iş yine doğru yapılmamıştı, idârenin cehâleti yüzünden antik liman ve mendirek artık dolgunun altındaydı, semte ismini veren Bostancıbaşı Cisr-i Derbendi ise karada deresiz kalmıştı.
Kafe Tunca, karakolun ve derbend köprüsüne husûsî olarak II’nci Mahmud devrinde yaptırılan yeni çeşmenin tam karşısında, Ereken Apartmanı’nın altındaydı. Çeşme, diğer şehir içi çeşmelerinden farklı olarak üç yalaklıydı, oradan oraya taşınınca maalesef bu farklı özelliği yok edilmişti. Karakol binâsına içim nasıl acımıştı, anlatamam, vaktiyle Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde gördüğüm 29/ Z / 1249 T., DN. 593 ve GN. 29052 sayılı kayda nazaran, bu kâgir karakolhâne 1834 gibi inşâ edilmiş olmalıydı. Set üstünde, tek katlı ve cephesinde altı penceresi olan binâ, iki sütuna oturan ve üçgen biçiminde alınlığı bulunan bir giriş sundurmasına sâhipti. Abdullah Fréres tarafından çekilen fotoğrafı Yıldız Albümü’nde 91088-6 numaraya kayıtlıydı, arşiv İstanbul Üniversitesi’ne intikal edince, o fotoğraftan bir kopya edinme şansını yakaladım. Merâk eden Aynur Çiftçi’nin doktora tezinde karakolhânenin planını görecektir. Derya Çay Bahçesi ise Kasaplar Çarşısı’nda, Turgay’ın Tavernası’nın önündeydi, Ahmet Zeki Pamuk, Feyha Karslı, Gökhan Tuncay ve Hilal Karakaş gelirdi, Zeynep Pamuk çok küçüktü, kumda oynardı. Bir de bizim mezûniyetimizden sonra Hukuk’a girenler Derya’da ders çalışırlardı, onlardan Oya Meral Aslan’ı, Mesrure Kurdoğlu’nu ve Temel Kaplan’ı anımsıyorum.
Kargalı’dan Derya Çay Bahçesi’ne kadar indim ya, dilimde Turgay’ın Tavernası’nda sahne alan Ercan Turgut’un bir şarkısı takla atıyor. “Dudak bükerim sensizliğime / Dökerim içtiğim kadehler kadar / Yalnızlığımın gözyaşlarını / Anımsarım her ân yalvarışını / Gözümden gitmiyor güzel gözlerin / Uzaktaysan bilsen nasıl özlerim / Bir daha mı? Tövbe, âşık olamam / Bir daha mı? Tövbe, hayâl kuramam”. ‘70’lerde ve ‘80’lerde Ercan Turgut’u hemen her gün Bostancı’da görürdüm, yıllardır da Hekimbaşı’nda ebedî uykusunda, arabesk fantezi türünü pek sevmesem bile Fenerbahçemizin 24843 sicil numaralı üyesini unutmam ne mümkün...
