Cevat Çapan’dan sonbaharımıza ‘yaz şiirleri’
Yaşlandıkça Cevat Çapan’ın şiirlerini daha fazla sevmeye başladığım bir hakikat, bunun nedeniyse yaşamlarımızın sonbaharına hep ‘yaz şiirleri’ni sokmasıdır. Benim yazdan maksadım mevsimden de edebî lezzetten de farklı bir ‘ruh hâli’dir. Besim Dalgıç da, ‘Gitmediğimiz Adalar Vardır’ kitabı için beyaz üstüne denizci mavisiyle o kadar nefis bir kapak tasarlamış ki, sadeliğin lezzeti, çocukluğumdaki mavi çizgili ve sol göğsünün üstüne çıpa arması işlenmiş tişörtümü yeniden giymiş gibi oldum.
Yaz mevsimini çok severim, soğuklarda sokak hayvanlarını düşünmekten yorulduğumdan, yazları ruhum sanki güneşli sâhillere iner, tıpkı Cevat Çapan’ın bir dizesindeki gibi saçlarıma ağustosböceklerinin sevinci doluşur.
Kitap ve kapak tasarımını Besim Dalgıç’ın yaptığı Cevat Çapan’ın ‘Gitmediğimiz Adalar Vardır’ını görünce kendimi birden Todori’de buldum. Geçen yıl olmalıydı. Todori, artık benim Todorim değildi, mevsim de yaz değildi, ama olsun, masada Cevat Çapan’ın, Besim Dalgıç’ın, Turgay Fişekçi’nin, Fatin Hazinedar’ın ve Hakan Savlı’nın bulunmaları muhabbeti yaz sıcaklarıyla yıkamaya yetmişti.
Cevat Çapan, bildiğim kadarıyla Uğur Derman’da da Hilmi Yavuz’dan da birkaç yaş daha büyük. Üçü de iyi ki kültür dünyamızda varlar.
Onların olmadığı bir mahfil tahayyül etsenize, orası ancak mevsimlerin hiç uğramadığı bir ‘çöl’ olur. Yaşlandıkça Cevat Çapan’ın şiirlerini daha fazla sevmeye başladığım bir hakikat, bunun nedeniyse ağabeyimizin yaşamlarımızın sonbaharına hep ‘yaz şiirleri’ni sokmasıdır. Hiç kuşkusuz benim yazdan maksadım mevsimden de edebî lezzetten de farklı bir ‘ruh hâli’dir, Cevat Çapan’ı ancak yazlarda bulmamsa asla bir tesâdüf değildir. Besim de beyaz üstüne denizci mavisiyle o kadar nefis bir kapak tasarlamış ki, sadeliğin lezzeti, çocukluğumdaki mavi çizgili ve sol göğsünün üstüne çıpa arması işlenmiş tişörtümü yeniden giymiş gibi oldum.
Kitabı okurken Cevat ağabeyle Gavriko’nun meyhânesine çöktüm, Lavtacı Ovrik’se bize Hicaz bir şarkı çalıyordu, dalgaların sesini dinlerken sadece gidemediğim uzak bir adadaki karlı dağları seyrettim, çünkü Kleopatra gibi ‘zehirli bir yılanın ve ölümün ölümsüz özlemiyle sarmaş dolaş’ yaşayan Akdenizli kadınlar artık kalmamıştı İstanbul’da, onları sadece kapkara bir kömürle yassı beyaz çakıl taşlarına çizdiğimiz denizkızlarında görüyordum. Ah, evet, martılar ya! Martıları unuttuğumu sanmayın, onlar Cevat Çapan’ın şiirlerinde ‘arkaik bir tema’ gibiler, hataen martı dediğimiz şimdikilerse uçmayı özlemeyen kuşlar, iki farklı kuş cinsi, birer ‘domuz sıkısı’ atınca denize giden atlara binip Halikarnas Balıkçısı’na uğruyacağınızsa muhakkak.
ÖMER SEYFETTİN’İN KAYIP GÜNLÜĞÜ
Güner Elgen’i ‘85’de veya ‘86’da tesâdüfen tanımıştım, o vakitler kedisever ve nüktedâdan Güner Elgen’in Ömer Seyfeddin’in kızı olduğunu bilmiyordum, epeyce sonra öğreninceyse heyecândan elim ayağım titremişti. Ömer Seyfeddin’in Câlibe Hanım ile evliliğine dâir sağda solda söylenenlerin hemen hepsi Ömer Seyfeddin’in günlüğünden Tahir Alangu’nun yaptığı alıntılara dayanıyordu. Ömer Seyfeddin’in günlüğü Tahir Alangu’nun kızı Başak Hanım’daymış, o da Sabri Koz’a vermiş, Başak Hanım’ın Sabri Koz’a verdiği defterlerden birindeyse üstâdın ‘Fon Sadriştayn’ın Karısı’ hikâyesi varmış, Sabri Koz bu hikâyeyi günlükte birlikte yayına hazırlamış. Kitap Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktı. Benim ilk işim günlükten Câlibe Hanım kısımlarını okumak oldu, merâk işte, ama önce Ömer Seyfeddin’in fıtratını bilmemiz gerekiyor. Günlüğünün 7 Nisan 1918 sayfalarına, “Ben paradan nefret etmem. Fakat onun için de hayatımı değil, zevkimi bile feda etmem” diye bir not düşüyor. Bunun nedeniyse, Ziya Gökalp’in bir gün ona kitapçı olmasını söylemesiymiş. Kitapçılık üstâda göre tüccarlıktır, kitapçı olmaya kalksa ruhu bozulacaktır, bu yüzden üç yıl boyunca Ziya Gökalp’in önerisine karşı koyacaktır. 7 Nisan’dan 3 Eylül’e atlıyor, arada tek satır dahi yok, dört ay kadarlık bir boşluk, günlüğünün 3 Eylül sayfalarınaysa “Ben aile babası yine bekâr oldum” diye başlıyor. “Bir hiddet darbesi içinde yuvam dağıldı. Şimdi burada, Kalamış Koyu’ndaki bu küçük münferid yalıda yapayalnızım. Artık çoluğum çocuğum, karım, ümidim, zevkim, yalnız kitaplarımla yazılarım. Bu altı ay içinde çok ıstırap çektim.” Hastalanmıştır, dört ay boyunca tek satır dahi yazamamıştır. Boşanmalarının sebebiniyse günlüğünün 4 Eylül sayfalarında döktürüyor. Câlibe’nin kudurgan bir alafrangalık müptelâlığı. Bütün ideali süsmüş, lüksmüş. Tembelliğini boşverin, son derece hodgâm, hasis ve hodbinmiş, Ömer Seyfeddin’e de üç yıl boyunca uşak muamelesi yapıp, her tavrıyla hakaret etmiş. Günlük 4 Teşrîn-i sânide bitiyor, “Ben karımla barıştım. Ayrı evde, ayrı bir hayata başlayacağız. Bakalım ne olacak?” diyor. Sonrasına pek gerek yok, yaşananları ‘Edebiyatın Kadıköyü’ kitabımın bir bölümünde yazmıştım. Merâk eden, kitaptan ‘Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış’tan, ah Kalamış’tan’ başlıklı kısma bakabilir.
SAHHAFİYEDE ARAMANIZ GEREKEN KİTAPLAR
Bu hafta ‘Sahhafiye’de sizlere önereceğim kitaplar şunlar: e Yayınları’ndan Gönül Çapan’ın nefis çevirisiyle ‘71’de çıkan Elio Vittorini’nin ‘Sicilya Konuşmaları’, çok seveceğinizden eminim. Yine e Yayınları’ndan Nur Üster’in çevirisiyle ‘73’de çıkan Richard Hooker’ın ‘Sıhhiye Bölüğü’ isimli matrak romanı, okurunu muzırca eğlendiriyor. İhsan Ünlüer’in Altın Kitaplar’dan ‘72’de çıkan ‘Sevgi, Aşk ve Tutkularımız’, bendeki dahi dağıldı dağılacak vaziyette, bu yüzden kimsenin eline almasına izin vermiyorum, yıllardır da bir yedeğini bulamadım. Jean-Claude Carriére’nin ‘72’de Ülkü Tamer çevirisiyle Milliyet Yayınları’nın mizah dizisinden çıkan ‘Tatil Günleri’, bayılacaksınız, deniz kenarında okumak için mükemmel bir tercih olur. Malcolm Lowry’nin ‘74’de Hürriyet Yayınları’nın çağdaş yazarlar dizisinden Aziz Üstel çevirisiyle çıkan ‘Yanardağ’ı. Kitabın Kader Alnıtemiz imzalı kapak resmi de şahane. Son olaraksa, Jack London’ın Koza Yayınları’ndan çıkan ‘Beyaz Cehennem’ini not düşüyorum, künyede baskı tarihi yok, ama ‘70’li yılların başlarında almıştım, çevireniyse Başak Alangu. Ömer Seyfeddin’in günlüğünü ve defterlerini Sabri Koz’a veren Tahir Alangu’nun kızı var ya, işte o...














