“Orda bir köy var, uzakta, o köy bizim köyümüzdür”

Dedem okuma yazma bilmezdi, ama ahırın soldaki duvarına dört raflık bir kitaplık yapmıştı, “Hayber Kalesi”, “Cemel Cengi”, “Zaloğlu Rüstem”, “Hazret-i Ali’ye Meydan Okuyan Kız”, “Kesikbaşın İntikamı”, “Ecel Kuyusu” ve “Tahir ile Zühre” kitaplarını oradan okumuştum.

Dedemin tek katlı kâgiri köy içinden üç dört kilometre kadar ileride, Çatak mevkiindeydi. Taş ustası olduğundan kendisi yapmıştı, aklıma geldikçe hayret ediyorum, şöhretli mimarlar dahi elma ağaçlarından sekiz onunu kesmeden asla oraya öyle bir binâ konduramazdı, toprak yoldan baktığınızda kâgirimiz elmaların altında kaldığından görünmüyordu, yıllar sonra annem Mersin’deki Yalçın Pasajı’nda bileziklerini bozdurup üstüne kat çıktırınca, gelip geçenin binânın ancak ikinci katına selâm çakması mümkün olmuştu.

Toprak yoldan dört beş basamakla bahçeye ve kâgirin medhaline iniliyordu, basamakların başındaki muhteşem salkım söğüt ile bizi dağların zirvelerinden gelen buz gibi suya kavuşturan ahşap oluk ise aklımdan hiç çıkmadı, bugün duruyorlar mı, bilmiyorum, ‘85’ten sonra Arslanköy’e hiç gitmediğimden, bunu Halil amcamın kızı Zübeyde’ye sormak için not alıyorum. Dedem okuma yazma bilmezdi, ama ahırın soldaki duvarına dört raflık bir kitaplık yapmıştı, “Hayber Kalesi”, “Cemel Cengi”, “Zaloğlu Rüstem”, “Hazret-i Ali’ye Meydan Okuyan Kız”, “Kesikbaşın İntikamı”, “Ecel Kuyusu” ve “Tahir ile Zühre” kitaplarını oradan okumuştum. Merâk ettiğimden değildi, dedem beni yakaladı mı, elime onlardan birini tutuşturup kendisine okumamı isterdi de onun için, fakat bazıları gerçekten keyifli hikâyelerdi. Siz benim ahır dediğime de bakmayın, aslında iki ineğin, bir atın ve bir topal sıpanın mecbûren kaldığı zahirelikti, sıpayı ayağı kırıldığından Yörükler yılkıya bırakmışlardı, onu Haşim amcamın yaylasına nohuta giderken bulup dedeme ben getirmiştim. Siyah maskeli Kangal ise asla zahirelikte kalmazdı, yeri dedemin yanı başıydı, seksen santimden fazla omuz yüksekliğinde ve yetmiş kilo kadar ağırlığında korkunç bir köpekti, Tarsus ovasına inen Yörüklerin köpeklerinden birkaçını telef ettiğinden, pusuya yatan öfkeli mor cepkenliler dedemin köye inmesini fırsat bilip ona bir defasında sekiz mermi sıkmışlarsa da, öldürememişler. ‘60’larda köyde baytar ne arar, dedem bıçağı odun ateşinde kızdırıp, köpeğinin vücûdundan birkaç mermi çıkarmış, hayvancağız tam sekiz gün komada kalmış, sonra ayağa kalkmış, o günden sonra da Yörükleri düşmânı bellemiş, Fatma ninem de Yörüktü ya, ona dahi hırlıyordu, sıkıysa mor cepkenliler Çatak’tan geçsinler.

Bana sorarsanız, yaşlı Laz Hakkı daha büyük belâydı derim, asabiy-ül-mizâcı yüzünden dama atılmaları vaktiyle çıtçıdıya koyulup âleme dağıtılmıştı, köpeği komadayken salkım söğütün altına pusu atmış, günlerce uyumadan Yörükler geçsin diye beklemiş, ama mor cepkenlilere birileri haber uçurmuş olmalı ki, korkularından haftalarca Çatak’a inememişler. Bir süre sonra sulh olunmuş, araya girenleri bilmiyorum, muhtemelen Haşim amcam da işin içindeydi, Yörükler artık oradan geçmeden önce Laz Hakkı’ya haber vermeye başlamışlar, o da kervan gözden kaybolana kadar köpeğini karanlık bir odaya kapatma alışkanlığı edinmiş.

Yörük kervanı benim için hep şâyân-ı temâşâydı, en önde yolun sağını solunu tutan gürültücü köpekleri, arkalarında sevimli mi sevimli bir eşek, onun sırtındaki heybenin gözlerinde elma yanaklı bebeler, eşeğin arkasında sıra sıra develer, ilk devenin başında sarı çeyfeli bir adam, çeyfe devecilerin boyunlarına attığı puşi benzeri bir örtüdür, en sonda da peşine yüzlerce keçiyi takmış üç dört kalın bacaklı iri cüsseli yük atı, üstlerindeyse sahra gülleli değirmi zembilli dünya güzeli Yörük kızları. Develerin kızlardan daha süslü olduklarını söylersem de, dakikada bin dil atmadığımı bilin, sarılı, kırmızılı ve pembeli keçelerden yapılan havutlara bakmanız yeterliydi. Havut, deve semeridir, havutun ön kısmındaki çatmaya hatap diyorlardı, hatapa bir çan asarlardı, onun zömbek kısmındaysa genellikle parlak kırmızıdan ay yıldız motifi bulunurdu. Şâyet develerin arasında güreşenleri varsa, havutun arkasına konan ve peş denilen nakışlı bezde ismi yazılı olurdu.

Geçen hafta yarıda kestiğim türkünün devâmını şimdi Yörük kızlarının peşinden söylemenin vakti geldi, bana uyarsanız bir sıkma bir de yayık ayranı size hurûfâtımızın ikramı olur, mis gibi. “Kısa örmüş öreğini / Yakar çoklar yüreğini / Çadırının direğini / Takar Tarsus ovasına / Görmemiştim böyle peri / Kara kaşlar zülüf sarı / Metheyle Âşık Efkâri / Çıkar Tarsus ovasına”. Tamam deyip, bahçeye inelim. Toprak eşilip açılan ocakta kekik çayı demleniyor, Memnune halamsa öğcel ve analı kızlı yapıp getirmiş. Öğcel bir Arslanköy yemeğidir, soğuk yenir, içinde sarımsak olduğundan severim. Analı kızlı ise Mersin işi değildi, şehrin yeme içme kültürüne biraz daha doğudan girmiş olmalıydı, halam nereden öğrenmişti, bilmiyorum, ama şehirdeki hısmımızdan Saniye teyzemiz de analı kızlıyı pek güzel yapardı.

Dedemin kâgirinin altında Halil amcamın evi ve bahçesi vardı, onun bahçesinden kısa tüylü bir tekir kedi, ufacık kahverengi bir köpek, bir de inek anımsıyorum. Amcamın köpeği, aklımda yanlış kalmadıysa ismi Fındık’tı galiba, çok sevimli ve oyuncuydu, ancak dedemin Kangalının korkusundan bizim bahçeye inemezdi, bir gün hastalandı, yemeden içmeden kesildi, ishalden eridi, amcam onu kaptığı gibi şehre götürmüştü, meğerse hayvanın kanını emen kancalı kurt illetine yakalanmış, iyileştiğini ise biz Siirt’e döndüğümüzden mektupla haber vermişlerdi. Bir defasındaysa Halil amcamın ineğinden dertlendiğini anımsıyorum, sütü olmadığından buzağısı aç kalıyormuş, babam da Halil amcama bir ufak şişe rakı vermiş, her gün azıcık azıcık içir, üç dört güne sütü artar demiş, maalesef amcam ölçüyü anlamamış, şişeyi olduğu gibi hayvana dayamış, bu yüzden bahçede ayakları havada kıpırdamadan öylece yatan sarı kızı o gece bir kamyona yükleyip Mersin’e indirmek zorunda kaldılar, bunu gözlerimle gördüm, amcam ineğinin nalları diktiğini sanıp ağlıyormuş, veterinerse “Bir şeyi yok, sadece sarhoş!” demiş. Hayvan ayıldığında sütünün bollaştığını söylerlerdi, ne kadar ciddiydiler bilmiyorum, muhtemelen sadece işin şamatasını yapıyorlardı.

‘65’de veya ‘66’da olmalı, Arslanköy’den kalkıp, iki günlüğüne başka bir yaylaya hısımlarımıza misâfirliğe gitmiştik, kimlerdi anımsayamıyorum, epeyce uzaktaydılar, bir mahale kadar deve sırtındaydık, buna rağmen git git yol bir türlü bitmemişti, sonra bizi Medetsiz yakınlarında Willys gibi bir araçla almışlardı. Orada dört beş Yörük çadırı vardı, yaşıtım bir sürü de çocuk, içlerinden yeşil sümüklü biri beni uçak kalıntısına götürebileceğini söyleyince çok sevinmiştim, onunla biraz yürüyüp kaza mahallinin yakınlarına varmıştık. Sağda solda bir yolcu uçağından yayılmış parçalar hâlâ duruyordu, uçağın asıl enkazıysa bir uçurumun dibindeymiş, çok yüksekte ve çok uzakta, daha ileriye gitmesine babası müsâade etmediğinden mecbûren geri dönmüştük, yıllar sonra o F-27’nin ‘62’de Esenboğa’dan kalktığını ve Adana için alçalırken Medetsiz’e çarparak düştüğünü öğrendim, on bir kişi de yaşamını kaybetmişti. Medetsiz’den köye döndükten birkaç gün sonraysa Siirt’e gitmek için Mersin’e inmiştik, yine Toros Oteli’nde bir gece geçirmiş, şehrin dışındaki Soli’yi ise baştan sona dolaşıp ağaçlardan portakal toplamıştık.

Ne yalan söyleyeyim, tarihi dahi turistikleştiriyoruz, sonra da uydurduğumuz tarihe inanıp ondan edebiyat yapıyoruz, oysa yazılanların aksine bizim Soli dediğimiz antik çağ Mersininin halkını, yedisinden yetmişine, Ermenistan kralı Tigran katlettiğinden, mahal Pompeius devrine kadar boş kalmış olmalıydı. Pompeius ise metrûk Soli’ye esir aldığı deniz korsanlarının bir kısmını yerleştirmiş, onlar da Soli’yi yeniden inşâ etmişlerdi. Pompeius’un diğer esirleriyse Soli’nin arkasındaki dağlara koyduğunu biliyoruz, yani bizim oralara, belki de Efrenk’in ilk halklarından biri Pompeius’un korsanlarıydı.

Bilhassa kara trenleri ve demiryolu hikâyelerini hep sevmişimdir, en tuhaf hikâyeyi ise Samsun’dan Erzincan’a dönüşlerimizin birinde işittim, tren ismini unuttuğum bir yerde yavaşlamıştı, oysa istasyon daha bir kilometre kadar ilerideydi, solumuzdaysa rayların hemen yanındaki böğürtlen çalılarının dibinde kocaman bir kaya parçası vardı, tepedeki ağaçların arasından kese kâğıtlarında kızılcık satan onlarca çocuğun fırlayıp da küçük istasyon binâsına kadar trenin peşinden koşmalarını kimsenin umursamamasıysa şâyân-ı hayretti, kızılcığa da şarkısına da bayılmama rağmen, herkesin mis gibi kızılcıklar dururken bir kaya parçasına niçin baktığını doğrusu pek merâk etmiştim, bir de zombal erkeklerin gungumuş karılarının kulaklarına bir şeyler fısıldaması yok muydu, hakikaten tuhaftı. Meğerse bir ayı yıllar önce istasyon şefinin genç ve güzel karısına âşık olup onu kaçırmış, silâhlanan köylüler de ayının ve kadının peşine düşmüşler. Sonunda kadını bir mağarada yarı baygın hâlde bulup, istasyona getirmişler. Âşık olduğu kadını mağarasında bulamayan ayıysa çıldırmış, kocaman bir kaya parçasını kaptığı gibi doğruca demiryoluna inmiş, onun ağlar veya acı çeker gibi sesler çıkarmasını duyan köylüler korkularından saklanmışlar, maalesef o sırada bir kara tren süratle geliyormuş, ayı raylardan inmemiş, kaya parçasını kaldırıp trene doğru fırlatmış, duramayan tren de ayıyı ezmiş. Yanılmıyorsunuz, rayların yanındaki kaya parçası, ayının trene fırlattığıymış, fırça bıyıklı kondüktörün dediğine göre aşkı yüzünden gongoyu diken ayı için çalılara çaput bağlayanlar dahi oluyormuş. Neyse, biz Mersin’den Kurtalan’a gidecektik, yolumuz farklı, tren ilk Yenice’de duruyordu galiba, babam orasının Yılmaz Güney’in doğduğu yer olduğunu söylüyor, birkaç filmini seyrettiğimden Yılmaz Güney’i biliyordum, onun henüz kasım kasım kasılma yıllarındaydık, Sadri Alışık’ın veya İzzet Günay’ın eline asla su dökemezdi, sonra Adana’nın kulak tırmalayan gürültüsü var, Toprakkale, Bahçe, Malatya, trenimiz Malatya’da yarım saat kadar bekliyor, sadece ekmek, kömbe, kiraz yaprağı sarması, banık ve acılı ayran almıyoruz, büfedeki gazetelerden ve dergilerden de topluyoruz, artık Diyarbakır’a kadar karınlarımız tok demektir, aç değilsen Diyarbakır ile Kurtalan arası kolay geçiyor, Kurtalan’dan Siirt’e inen son minibüsü yalvar yakar durduruyoruz, yıldızların sarıp sarmaladığı Siirt yokuşun altında göründüğündeyse Pamuk’a ve Fındık’a kavuşacağımdan ağlayacak gibi oluyorum.

Kızılcık dedim ya, ağzım sulandı, olsa da mideye indirsem, maalesef mevsimi değil, ama mutfak dolabımızda kızılcık marmelatımdan azıcık duruyor, aşağıya inip onu tereyağlı ekmek dilimine süreceğim, size ikram edemeyeceğim içinse üzgünüm, ben en iyisi mi bu haftayı kızılcık şarkısıyla tatlandırayım da olsun bitsin. “Kızılcıklar oldu mu / Selelere doldu mu hey / Gönderdiğim çoraplar / Ayağına oldu mu / Mendili eline / Mendil verdim geline / Kara kına yollamış / Yâr benim ellerime / kızılcıklar kırmızı / Alamadım şu kızı hey / Gerdanında beni var / Sandım seher yıldızı / Mendili eline / Mendil verdim geline / Kara kına yollamış / Yâr benim ellerime”. Haklısınız, Zeki Müren’den değil, üstâda bayılmasına bayılıyorum, bakın bu doğru, ancak “Kızılcıklar oldu mu” şarkısındaki tercihim Bedia Akartürk, utanma sen de kız mori, sesin biraz daha fazla çıksın, hah işte şimdi oldu, haydi hep birlikte şıkıdım şıkıdım...

YORUMLAR (13)
13 Yorum
YORUM YAZ
İÇERİK VE ONAY KURALLARI: KARAR Gazetesi yorum sütunları ifade hürriyetinin kullanımı için vardır. Sayfalarımız, temel insan haklarına, hukuka, inanca ve farklı fikirlere saygı temelinde ve demokratik değerler çerçevesinde yazılan yorumlara açıktır. Yorumların içerik ve imla kalitesi gazete kadar okurların da sorumluluğundadır. Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır. Özensizce belirlenmiş kullanıcı adlarıyla gönderilen veya haber ve yazının bağlamının dışında yazılan yorumlar da içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır.