Sait, ofsayt...

“Dilimize ‘Kokainli Roman’ diye çevirebileceğimiz şaheserin Beyaz Rusların semt-i dildarımızdaki yaşamlarıyla en ufak bir ilgisinin olmadığını söylemekten dilimde tüy bitti.”

M. Agayev’in romanından bahsettiğim için ortalık biraz karıştı desem yalan olmaz, ancak yazarı bir Beyaz Rus olmasına ve romanın dosyasını Paris’e Galata’dan göndermesine rağmen, dilimize “Kokainli Roman” diye çevirebileceğimiz şaheserin Beyaz Rusların semt-i dildarımızdaki yaşamlarıyla en ufak bir ilgisinin olmadığını söylemekten dilimde tüy bitti. Biliyorsunuz, M. Agayev müstear bir isimdir, romancının Mark Abramoviç Levi olması da kuvvetle muhtemeldir, onun Beyoğlu’nda kaybolan kimliğinin peşindeyim, bir ara Adnan Özer de onun izlerini araştırıyordu, eninde sonunda o kokainmanı bir yerlerde yakalayacağıma inanıyorum. Ama, benden ısrarla Beyoğlu’ndaki Beyaz Rusların sefilliklerini konu alan romanların isimlerini istiyorsanız, size Alexandre Roubé-Janski’nin dilimize “Natacha” ve “Siyah Gül” isimleriyle kazandırılan romanıyla Paul Haurigot’nun vaktiyle bizde “Bir Haraşo” ismiyle çok satan kitabını önerebilirim.

Paul Haurigot’nun kitabının konusu Mütareke döneminde geçiyor, romandaki Beyaz Rus kadınlardan Luba’nın, Mekteb-i Sultani’de hocalık yapan Pierre ismindeki delikanlıyı “Şiir ve hayâl burada yok!” mealinde uyarmasıysa yıllardır hiç aklımdan çıkmadı. Kadın haklıdır, o yılların Beyoğlu fotoğraflarına bakın, her binâdan Yunan bayrağı sarkıyor, Rumlar o kadar fazla şımarmışlar ki, sokak başlarında dikilen palikaryaların bir Türk’ü asla Cadde-i Kebir’e sokmadıklarını Ahmed Rasim de yazmıştı, kazaen oradan geçmeye kalkışanlarıysa dolmalık kabak gibi oyuyorlarmış. Rumların kafayı sadece Türklerle bozduklarını söyleyemeyiz, çan kesimi saçlı kloş etekli Beyaz Rus kadınlarına abaza köyün dişi eşeği muamelesi çekenler de, semtin helâya tabanca sıkan Ermenilerine ve bir yerlerini kedi kapsa pist diyemeyen Yahudilerine marullananlar da onlardır, bu yüzden Mütareke alenen Cadde-i Kebir’deki Rum zorbalığı dönemidir, sayelerinde eski Beyoğlu buharlaşmıştır. Ancak, Mütareke’de erkek kesilen kim varsa, hepsi de Yunan bozguna uğradığında soluğu Yunanistan’da alacaktır. Bu yüzden, size küçük bir örneği, bana hayli romanesk geldiğinden, futboldan vereceğim: Çoğunuzun ‘14 yılında Simitçi Sokağı’nda Kostas Vasilyondis’in kurduğu sarı siyah formalı futbol kulübünü bildiğinden eminim, o vakitler ismi “Athlitikós Sýllogos Péran” olarak geçiyordu, santraforları da bitirim ayaklarındaki Koço Negropondi’ydi. İttihat Çayırı’nda veya Talimhâne Sahası’nda, kıl oldukları Türklerin takımı Fenerbahçe ile oynadıkları bir maçta, Tıbbiyeli İsmet’e yapmadığını bırakmayan Koço Negropondi ve arkadaşları, ‘22 yılını devirmeye sayılı günler kalmışken bir bahaneyle Yunanistan’a kaçıp, orada sarı siyahlı “Athlitiki Enosis Konstantinoupoleos” takımını kurmuşlardır. Mustafa Kemal ve silâh arkadaşları şımarıkların hayâllerini tuz buz ettiğinden, palikarya mütekaidlerinin “Athlitiki Enosis Konstantinoupoleos” takımına yeni bir arma çizdirmek bile akıllarına gelmiyor, eski “Athlitikós Sýllogos Péran” armasını “Athlitiki Enosis Konstantinoupoleos” için de kullanıyorlar.

Hayır, kulübün ‘21-’22 kadrosu Yunanistan’a kaçınca “Athlitikós Sýllogos Péran” kapanmadı, ‘23 yılında Beyoğlu Spor Kulübü ismiyle yeniden tesis edildi. Aslında yine sarı siyahlı bir Rum takımıydı, yıllarca da yapısında bir değişiklik olmadı, sıkı bir Fenerbahçeli olmama rağmen, size ‘71 ile ‘87 arasında Fenerbahçe’den çok Beyoğlu’nun maçlarına gittiğimi söyleyebilirim. Bir ara Garbis İstanbulyan’ın ve Garbis Baklaoğlu’nun oynadıkları Beyoğlu Ermenilerinin sarı kırmızılı Taksim Spor Kulübü’nün maçlarını da kaçırmıyordum, en son Sarıyerli gol makinesi Garo Hamamcıoğlu oranın başkanıydı, küresel salgın ve yakalandığım bir illetin sıkıntılı tedavisi derken, beş altı yıldır kulüpten doğru dürüst bir haber alamıyorum. Sözü futboldan açmışken, hadi gelin âleme dümme düdük kaynatalım: Edebiyatçımız futbolu hep sevmiştir, buna rağmen Aziz Nesin’in “Gol Kralı” ve Celil Oker’in “Kramponlu Ceset” romanlarının dışında kayda değer bir futbol romanı aklıma gelmiyor. Şehrimizin üç büyüğü vardır, Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş, onların edebiyattan taraftarlarıysa hayli şenlikli isimlerdir.

Saymaya Fenerbahçe’den başlarsak, ilk sıraya elbette Süleyman Nazif’i çakarım, takımı için marş bile yazmıştır, o marşa Servet-i Fünûn dergisinin 30 Nisan 1341 günlü nüshasından bakabilirsiniz. İkinci sırada Nâzım Hikmet var, kendisi gibi sıkı Fenerbahçeli olan Orhan Kemal ile Bursa damının avlusunda top peşinde çok ter dökmüştür. İhsan Ünlüer’i, Sadri Alışık’ı ve Bedri Rahmi’yi boşuna sevmedim. İslam Çupi ise ayrı bir vak’a, ama asıl mesele Cemal Süreya’nın, Turgut Uyar’ın ve Edip Cansever’in Fenerbahçe taraftarlığında çıkıyor, Tomris Uyar’ın ilk kocası Ülkü Tamer Beşiktaşlıydı, yaşamına Ülkü Tamer’den sonra giren bu üç adamsa Fenerbahçeliydi. Peki, Tomris Uyar’ın tuttuğu takım hangisiydi? Bence münhanilerinin titreşimleri adamına göre renk değiştiriyordu. Sonrakilere gelirsek, elbette, Selçuk Altun, Bedri Baykam, Adnan Özer, Metin Celal, Gani Müjde, bir ara onunla hep Fenerbahçe Stadı’nda karşılaşırdık, Merih Akoğul, Burak Eldem ve İbrahim Kiras. Onların arasına Petros Markaris’i de yerleştiririm, kendisi Yunanlı romancıdır ama bahis konusu Fenerbahçe olunca, amigoluğu bize kaptırmıyor. Haklısınız, sıra Galatasaraylılara geldi: Ercüment Ekrem’i, Orhan Veli’yi, Emin Bülent’i, İzzet Melih’i ve Mehmet Şevket Eygi’yi sıralamadan önce başa Tevfik Fikret’i koyun derim, çünkü kendisi Mekteb-i Sultânî’de müdürken fotoğrafçılara Galatasaray takımıyla birlikte epeyce poz vermiştir, peşlerine de Aziz Üstel’i, Engin Ardıç’ı, Ahmet Altan’ı, Nedim Gürsel’i, Enis Batur’u, Ahmet Erhan’ı, Hasan Kaçan’ı ve Ferhan Şensoy’u kaynak yapın. Sanırım edebiyatımızın Beşiktaşlıları sayıca diğerlerinden biraz daha azdır, Ülkü Tamer, Kemal Özer, Mehmet Müfit, Uğur Yücel, Vecdi Çıracıoğlu, Yılmaz Erdoğan, Besim Dalgıç ve Tarık Tufan. Yusuf Atılgan Altaylı mıydı yoksa Beşiktaşlı mıydı, emin değilim, ancak spor toto oynarken Beşiktaş’a ve Altay’a kafadan galibiyet yazmak gibi bir alışkanlığı olduğunu Özdemir İnce’den okumuştum. Sait Faik’in ise takım tutup tutmadığını bilen birine daha rastlamadım, adam hep ofsaytta kaldığından, bana göre takımı makımı yoktu.

Her neyse, biz yeniden Pera Palas’a dönelim, çünkü bazıları otelin 101 numaralı odasında kalan Mustafa Kemal’e dokundurmayı pek seviyorlar. Onlara bir ara da “Pera Palas’ta Gece Yarısı” kitabının yazarı Charles King katılmıştı. Yahu, insanın Charles King’in yazdıklarına itibar etmesi için saftirik olması gerekiyor, örneğin George Ward Price gibi mesleğinin akide şekerlerinden birinin ve Çanakkale’yi görmüş işgal subaylarının o güne kadar Mustafa Kemal’in ismini hiç duymamış olmaları cühelânın aklına bile yatmaz. Otelde Alman subayları da vardı, artık cephede olmadıklarından, yemeğe veya çaya indiklerinde, İngiliz’i, Fransız’ı, Alman’ı ve Türk’ü, birbirlerine askerî nezâketi göstermek zorundaydılar.

Pera Palas’ta biraz İlham Gencer’i dinleyip, sağdan sağdan Hasnun Galip’e Coşkun Büktel ile buluşmaya giderken Atlas Pasajı’nın önünde karşıma hep Zühtü Bayar çıkıyor, baba dostudur, kendisinin Yeni Ortam gazetesinden ve Yansıma dergisinden hayranıyım, neş’e nisâr ağabeyim Baytekin’in 2419 yılında kankası olacaktır, ama 26 Mart 2011 günü asırlar sonrası için Topkapı Çamlık Mezarlığı’nın 2’inci Ada’sındaki 1534 numaralı kabirde uykuya yattı. Pasajın içinden geçip, Suat Bilgi’nin “Çalıntı” ve Metin Demirhan’ın “Atılgan” dükkânlarına uğramadan, kendimi Hasnun Galip’te buluyorum. O yıllarda sokak Simurg’un kedileriyle bayağı eğlenceliydi, ara sıra Ahmet Zeki Pamuk ile öğle rakısı için takıldığımız Umut Ocakbaşı bile sanki birazcık meyhâne havasındaydı. Coşkun Büktel ile meyhâneye muhabbetimiz hiç olmadı, rakı seviyor muydu sevmiyor muydu, inanın bilmiyorum, bunu bir ara karısı Nâlân Örgüt’e sormam gerekiyor. Biz onunla Simurg’ta buluşup, ikişer bardak tavşan kanı çay için karşı çıkmazdaki Nazar’a uğruyorduk. Coşkun’u ben çok seviyordum, dünyanın nesli tükenen son harbi adamlarından biriydi. Müdanasızlığı yüzünden sanırım sevmeyeni sevenlerinden daha fazlaydı. Onun için çok arkadaşımla kapıştığımı anımsıyorum. İngilizcesi mükemeldi, o dili filolojiye gitmeden önce Uğur Doğrugüven isminde birinin kitaplarından kendi kendine öğrendiğini söylemişti, filolojide okurken ise Yeşilçam’da figüranlık da yapmış, ara sıra televizyonda “Üç Arkadaş” filminin ‘72 çevrimine rastlıyorum, o filmde Coşkun’u siz de Maçka Gazinosu’nun önündeki kalabalığın arasında görebilirsiniz. Figüranlıktan cebine konan yirmi beş lira ancak bir peynirli sandviç ile bir şişe Coca Cola almasına yetmiş. Onun “Theope” isimli oyununa Özdemir Nutku’nun kafası bir türlü basmamıştı, oysa Seçkin Selvi’nin de yazdığı gibi, insanı sinirlendirecek kadar mükemmel bir oyundur “Theope”, ama Coşkun “Thepoe” için sağa sola cevap vereceğim diye kendisini boş yere yordu. O yıllarda kültürel iktidar maalesef Özdemir Nutku gibi adamlardaydı, bu da Coşkun’un tiyatroda yok sayılmasına yetti. Uğradığı haksızlığa sinirlenip hayata küstü, üç beş kişiyle sınırladı yaşamını, görüştüklerinden biri de bendim, sonrasındaysa parasızlıktan medeniyetin son durağı Sapanca’ya kaçtı. Orada, sobasız, elektriksiz ve susuz bir evde oturuyordu. Hemen her gün telefonlaşıyorduk dersem abartmış olmam, bir defasında da bana sırf sekiz liraya patates yiyebilmek için İzmit’e gidip geldiğini söylemişti. Son görüşmemizdeyse aklı Ayn Rand’ın romanından uyarlanan ‘49 yapımı “Yaratılan Dünya” filmiyle meşguldü. İzmir’e gidip sonra İstanbul’a geleceğini ve filmin kaydını benden Hasnun Galip’te alacağını söylemişti. İzmir’e gitti de maalesef İstanbul’a gelemedi. Huysuz arkadaşım şimdi Yeni Buca Mezarlığı’nda 79941 numarada yatıyor, ardından bir Fatiha okumak isterseniz kabrini 135’inci Ada’da bulursunuz.

Hasnun Galip’teki Umut Ocakbaşı’na vefâtından önce Roni Margulies takılıyormuş, ama benim aklıma hemen sokaktaki Körfez Meyhânesi ve Dostlar Birahânesi geliyor, çünkü ‘78 ve ‘79 yıllarında Cahide Sonku’ya onların önünde rastlardık. Aklımda kaldığı kadarıyla “Alyon Geçidi Sokak, No. 8” adresinde ikinci katta oturuyordu, Hasnun Galip’e ise üç dört dakikalık mesâfedeydi, ama ‘78 yılından sonra Dostlar Birahânesi’nde tanıştığı Tufan Velidedeoğlu’nun “Kazancı Yokuşu, No. 45/5” adresindeki evinde kalmaya başladığını duymuştuk. Sanırım cumbalı dairesinin elektriği ve suyu epeydir kesikti, açtırmaya da parası olmuyordu. Bu yüzden son nefesini de Kazancı Yokuşu’nda verdi.

Hasnun Galip’ten Büyük Parmakkapı Sokağı’na girip, oradan da İstiklâl Caddesi’ne çıkalım, sağa döner dönmez ikinci binâ 65 numaralı Ankara Hanı’dır, oranın üçüncü katındaysa Ötüken Neşriyât var. Ötüken, semt-i dildarımızdaki son edebiyat mahfillerinden birine mekânını veriyor, Çarşamba günlerindeki edebiyat sohbetlerine sağdan ve soldan çok kişi katıldığı da artık duyuldu. Vefâtından önce Zafer Toprak hocamız da, şiirimizin yaşayan son büyüğü Hilmi Yavuz hocamız da teşrîf ettiler. Senail Özkan, Ramazan Minder, Murat Kaymaz, Onur Caymaz, Erdem Beliğ Zaman, Orçun Üçer, Adnan Özer, Ebru Özden, Feyza Ay, Elvin Yıldırım, Saliha Sultan, Sinan Terzi, Raşit Ulaş, Göktürk Ömer Çakır, Oğuzhan Murat Öztürk, Mehmet Bilgin, Ertuğrul Alpay, Abdullah Ezik, Nazmi Cumik, Volkan Ekiz, Ahmet Zeki Pamuk, Besim Dalgıç, Naci Çelik Berksoy, Harun Demirel, Nurhan Alpay, Ahmet İyioldu, Suphi Saatçi ve Mümin Çevik mahfilden aklıma gelen ilk isimler: Efendim, şâyet bir Çarşamba yolunuz İstiklâl Caddesi’ne düşerse, çekinmeyin, mutlaka 65 numaranın üçüncü katına çıkın, çayın da simitin de bahânemiz, sohbetimizinse şâhâne olduğunu siz de göreceksiniz. Kim bilir, Murat Kaymaz’ı, belki de oda oda üç Haritesin, Aglaea’nın, Euprosyne’nin ve Thalia’nın peşlerinde koşarken yakalayacaksınız...

YORUMLAR (4)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
4 Yorum