Siirt, vay lee dağlar vay leeee...

“‘84’te askere giderken de, ağabeyimizin ‘Doğu Şiirleri’ kitabını yanıma almayı ihmâl etmedim, eminim Besim Dalgıç’ın aklındadır, şâyet gece nöbetine benzinlik mahallinin arkasında çıkacaksam, Hilmi Yavuz’u da mutlaka parkamın cebine koyuyordum. Hilmi Yavuz’un sesinden doğu da nedense bende hep Kurtalan Ekspresi’nin geceyi yırtan düdüğüyle başlıyordu.”

Yazılarımı hep şarkıyla türküyle bitirecek değilim ya, bu defa da yazıma bir Hilmi Yavuz şiiriyle başlamak istiyorum.

***

“Siirt, ağaçsız gömütlük / çocukluğu doğal kireç / bir kent, orada her kuyu / bir ermiş kadar su bilir / hüzne kil, öfkeye kum / bir kent, orda duyguyu / doldurur boydanboya zakkum / siirt, rüzgârı saralı / gençliği yolgeçen hanı / bir kent, korkunun pirinci / gibi ayıklar zamanı / dilencisi, kör nergis / bir kent, ölü bir balı / gömer arıya, peteksiz / siirt, üzümü ayna / yaşlılığı beton lâledan / bir kent, orda güz bile / kurur acıyla birlikte / çürür gurbetler yüklükte / ve ölüm, bir büyük aile / gibi dağılır konaklarından”

***

Bu şiiri ilk defa fakülte yıllarımın Süleymaniye’sinde, sanırım ‘78’deydi, Yaylı Osman’ın kahvehânesinde radyodan hafiften bir Zeki Müren şarkısı dışarıdaki bahar mevsimine yayılırken okumuştum. Beni o kadar sarsmıştı ki, yolumu bulamadığımı anımsıyorum, ama şiirdeki imgeleri anlamak için de Siirt’i yaşamış olmak gerekiyordu. Örneğin, nergis çiçeği, “Cigor” bayramında Botan vadisindeki Rasıl Hacar mevkiine gidilir, oradaki sarp kayalıklarda yetişen nergisler toplanırdı, kayalardan düşüp de ölen çoktu, bu yüzden bazıları nergise “ölüm çiçeği” diyordu. O gün rahmetli Cengiz Güngör ve Ahmet Zeki Pamuk ile Süleymaniye’den Safa’ya kaçtığımızda, masamızda onlara hep Hilmi Yavuz’un şiirindeki Siirt’i anlatmıştım, Zivzik’in narını, Parêz’in üzümünü, Pervari’nin çiçek balını, şehrin ölümcül akreplerini, o akrepler bildiğim kadarıyla bugün Siirt 3’üncü Komando Tugayı’nın birlik armasıdır, eşek dikenini ve bıttım ağaçlarını. Her neyse, ‘84’te askere giderken de, ağabeyimizin “Doğu Şiirleri” kitabını yanıma almayı ihmâl etmedim, eminim Besim Dalgıç’ın aklındadır, şâyet gece nöbetine benzinlik mahallinin arkasında çıkacaksam, Hilmi Yavuz’u da mutlaka parkamın cebine koyuyordum, çünkü çoban köpeklerinin korkusundan oraya yüksek rütbeli subay pek uğramadığından, rahatlıkla okuyabiliyordum. Hilmi Yavuz’un sesinden doğu da nedense bende hep Kurtalan Ekspresi’nin geceyi yırtan düdüğüyle başlıyordu.

***

Trenden yirmi dört saat elli dakika sonra Kurtalan’da eşyâmızı indirince öylece kalakalmıştık, çünkü bizi otuz bir kilometre ötedeki Siirt’e götürecek bir kamyon bulamamıştık, medeniyet sanki Kurtalan’da nihâyetlenmişti. Akşam olunca, istasyon çalışanları eşyâmızı boş bir odaya yığmış, bizi de bir otele göndermişlerdi, yanlış anımsamıyorsam otelin ismi Siti Bacı’ydı. Ancak, yorgunluğumuza rağmen, uyumamız mümkün değildi, çünkü dehşetli bir sivrisinek saldırısı vardı, yaşamım boyunca da bir daha öyle büyük sivrisinekleri görmedim.

***

Babam ertesi sabah erkenden çarşıya inse de, ancak öğleden sonra bir kamyon bulabilmişti. Evi bize bir öğretmen Yeni Mahalle’de tutmuş, adresiniyse telgrafla bildirmişti. Havuzlu bir bahçe içinde üç katlı bir apartmanın ikinci katındaki daireydi, aklımda yanlış kalmadıysa sâhibi Lato isimli bir kadındı, ailesiyle altımızdaki bahçe katındaydı, üst katımızdansa Batman’daki petrol tesislerinde görevli Amerikalı iki siyah aklıma geliyor, mühendis miydiler yoksa teknisyen miydiler, kesin bir şey diyemiyorum. Apartmanımızın aşağı tarafında, hayli bakımlı bir gül bahçesinin içinde, iki katlı ve beyaz badanalı bir ev, üst yanımızdaysa boş arsanın az gerisinde üç veya dört katlı bir apartman vardı. O apartmanın giriş katında Singer mümessili Yusuf Çapakçur, karısı Melek Hanım, kızları Hülya, oğulları Tuğrul ve Tamer, onların üstündeyse Aysel-Süreyya Öner çifti, oğulları Nafiz, kızları Nilüfer ve Nilgün oturuyorlardı.

***

Melek-Yusuf Çapakçur ailesiyle İstanbul’a taşındıklarında bir müddet görüşmüştük, ama Çapakçurlar ‘74 sonrasında militanlık derecesinde aşırı sağa kaydılar, sadece Haydarpaşa Lisesi’nde okuyan Tuğrul solda kalmış, onun da dengesi azıcık bozulmuştu. Aysel-Süreyya Öner ailesiyle ise haftanın iki üç gecesi birlikteydik, oğulları Nafiz okuldan sınıf arkadaşımdı. Süreyya amcam XII’nci dönemde milletvekili, ‘73 ile ‘79 arasındaysa senatör oldu, ‘80 sonrasında İstanbul’a taşınmaları maalesef aileye yaramadı, önce arkadaşım Nafiz’i ameliyat masasında kaybettik, peşindense Aysel teyzem Nafiz’in acısına dayanamayıp gelmeze gitti. Siirtli doktorlardan Mustafa Özekici ailesi o apartmanda mıydı, yoksa bir arkadaki apartmanda mıydı, şimdi tam çıkaramıyorum, ama oğulları Ümit ile aynı okuldaydık, size günümüzün meşhûr Prof. Dr. Ümit Özekici’sinden bahsediyorum, kızları Özden ise kardeşimin sıra arkadaşı, annemin de öğrencisiydi.

***

Atatürk İlkokulu evimize beş altı dakikalık mesâfedeydi, ‘61 yılında açılmış, öğretmenimse rahmetli Melih Bedük’tü, kendisini tepede boyu kadar yaptığı topuz saçıyla anımsıyorum, Siirt’in en köklü ailelerinden birinin kızıydı. Nafiz’in dışında okuldaki arkadaşlarım arasında Siirt valisi Mehmet Aldan’ın oğlu Oğuz ve Ahmet Kıral vardı. Oğuz bizi sık sık top oynamak için vali konağının bahçesine götürürdü, annesi Sezen Hanım’ın Galiçya ve Filistin cephelerinde savaşmış, yirmi iki ay da Mısır’da esir kalmış Ispartalı Hasan Hilmi’nin kızı olduğunu yıllar sonra öğrendiğimdeyse çok şaşırmıştım. Oğuz’un Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde okuduğunu ‘76’da veya ‘77’de babamdan duymuştum. Şehir plancısı olan Oğuz, maalesef 2016 yılında hayatını kaybetmiş. Ahmet Kıral’ın iziniyse bulamadım, bir meşhûr Prof. Dr. Ahmet Kıral var, fotoğrafına baktım, çocukluk arkadaşımı andırmıyor da değil hani, ama o bizim Ahmet Kıral mıdır, bilmiyorum.

***

Yirmi beş yıl kadar önce, bir ceza davasında müdâhil vekiliydim, o nedenle sık sık Diyarbakır’a gidiyordum, duruşma sonrasındaysa dönüş uçağına saatler kalmışsa, hep 21.45 uçağıyla dönerdim, iki buçuk saat mesâfedeki Siirt’e uğramayı da ihmâl etmiyordum, hatta bir defasında oğlumu dahi götürmüş, Atatürk İlkokulu’ndaki sınıfımda birlikte fotoğraf çektirmiştik. O güzelim Atatürk İlkokulu maalesef altmış dört yıllık binâ diye 2025 başında yıktırılmış. Atatürk İlkokulu ülkemizdeki sayılı deneme okullarından biriydi, ilk teneffüs süt saatimizdi, Marshall Yardımı programı dolayısıyla teneke kutularda gelen süt tozu kazanlarda sıcak suyla karıştırılarak paslanmaz çelikten bardaklarda bizlere dağıtılırdı. İkinci ve sonraki teneffüslerdeyse Ahmet Kutsi Tecer’in “Orda Bir Köy Var Uzakta” şiirinden Münir Ceyhan’ın bestelediği şarkı bir 45’likten çalardı. Ayda bir iki defa da 16 milimetrelikten film seyrederdik, “Aşktan da Üstün”, “Vatan Fedâileri”, “Silâh Arkadaşları”, “Dağ Başını Duman Almış”, “Vurun Kahpeye” ve “Çanakkale Arslanları” gibi filmleri okulda seyretmiştim.

***

Siirt’te ilk okuduğum kitap Doğan Kardeş Yayınları’ndan Jack London’ın Behçet Kemal çevirisi “Kurt Kanı” isimli romanıydı. Varlık Yayınları’nın “Çocuk Klâsikleri” dizisinden Selahattin Şimşek’in “Köycü Oktay” romanıyla, Arkın Kitabevi’nden Talip Apaydın’ın “Toprağa Basınca” romanını da unutmam mümkün değil. Talip Apaydın kitabını bana imzalayarak göndermişti. Doğan Kardeş Yayınları’na aboneydim, İyigün Yayınları’nın kitaplarıyla Karaoğlan ve Red Kit fasiküllerini ise M. Emin Kılıççıoğlu’ndan alıyordum. Sinemaya düşkünlüğüm Siirt’te de devâm etti, hafta sonlarında Marmara ve Özgen sinemalarından pek çıkmazdım. Bir defasında da, ilkokul üçteydim galiba, “Ben-Hur” filmini seyredebilmek için okulu kırıp Özgen Sineması’na gitmiştim, öğretmenim Melih Bedük ve aynı okulda öğretmen olan annem paniklemişler, babam Eruh köylerinde teftişte olduğundan ona haber salınamıyor, mecbûren bir iki saat sonra kayıp diye karakola da bildirmişler, ben sinemadan çıkıp geldiğimdeyse yediğim azarı hiç sormayın, Siirt’ten Bağdat’a yolu olur.

***

Annem Kızılcahamam’da bıraktığımız Toto’yu her fırsatta ağlayarak andığından, Atatürk İlkokulu’nun öğretmenlerinden Necla Hanım, dayanamayıp bir gün kucağında bembeyaz bir erkek yavruyla kapımızı çalmıştı. O sırada yandaki evin ilk katına yeni taşınmıştık, meğerse Necla Hanım’ın Van kedisi yavrulamış, o da yavrulardan birini de bize getirmişti. Oyuncu bir kediydi, ismini Pamuk koyduk, birkaç gün sonra sokaktan bir de kendisi gibi yaramaz bir arkadaş edindi, göbüşü beyaz sırtı tekir olanlardan, ona da Fındık dedik. Üst katımızda oturan ailenin reisi veterinerdi, kızları da bizim haşarı kedilere bayılıyorlardı, bu yüzden yaz tatillerinde Gümenüz’e giderken, Pamuk’u ve Fındık’ı onlara bırakabiliyorduk. Asıl hikâye ise Pamuk’un annesindeydi, Necla Hanım bazı hafta sonlarında otobüsle dört saatlik mesâfedeki Van’a babasını ziyârete giderken, kedisini de götürüyormuş. Bir gün kedi babasının evinden kaçmış, iki gün boyunca şehrin altını üstüne getirmişler, yok. Kadıncağız öğretmen, sınıfı var, mecbûren salya sümük ağlayarak Siirt’e dönmüş. O kedi tam iki buçuk ay sonra, bir deri bir kemik hâlde, patilerinin altı cılk yara, Siirt’e gelip, Necla Hanım’ın kapısını buldu. Kaçmak Van kedilerinde bir alışkanlık olmalı ki, Siirt’ten Erzincan’a burunsuz sarı renkte bir Ford kamyonla taşınırken, vali konağını yüz metre kadar geçmiştik, bizim Pamuk da camı yarım açık sağ pencereden atlayıp kaçtı, saatlerce orada oyalandık, sanki yer yarılıp da içine girmişti. Beş on gün geçince, annem bana Pamuk’un eski evimize gittiğini, veterinerin kızlarının da onu sâhiplendiğini söyledi, ne kadar doğruydu, işte onu bugüne kadar bir türlü öğrenemedim.

***

Babam Eruh’un ve Şırnak’ın köylerinde teftişte olmadığı hafta sonlarında Gülümser-Hayati Zorlu çifti Eruh’tan bize gelirdi. Hayati amca Eruh’ta ceza hakimiydi, Gülümser teyze de öğretmen. Onlar geldiğinde hânemiz şenlenir, çiğ köfteli, biryanlı, perde pilavlı, kitelli ve bumbarlı geceler başlardı. Rahmetli Aysel teyzemin Siirt mutfağı harikaydı, bizlere birbirinden leziz yemekler hazırlardı. Bazı gecelerde masaya M.Nebil Oktay da katılırdı, biliyorsunuz XVI’ncı dönemde milletvekilliği, peşinden de İmar ve İskan Bakanlığı yaptı. Babam teftiş bölgesi olan Şırnak ve Eruh köylerini “Gündoğusu” kitabında yazmıştı, ama bir başka yazımda o köylerden bildiklerimi bir de benim gözümden anlatacağım. Şimdilik mevzû-i bahis köylerden Paris veya Parêz deneni ve eski ismi Cevana olan Cevizdüzü’nü hiç unutamadığımı belirteyim, yeter. Paris köyü sanırım bir isminden, bir de üzümlerinden dolayı aklımda kaldı, Hilmi Yavuz, “Siirt, üzümü ayna” derken haklıydı, bakınca içi görünen ince kabuklu öyle bir üzümü başka yerde asla bulamazsınız, Cevizdüzü’ndeki dere ise çırıl çıplak kadın kaynıyordu. Bir kısmı yıkanıyordu, bir kısmı da çamaşır yıkıyordu. Biz derenin hemen üstündeki yoldan geçerken hiç saklanmamışlardı, meğerse civârdaki köylerin kadınları önce üstündekilerini yıkarmış, sonra da giysileri kuruyana kadar kendileri yıkanırmış. Sakın ha, kadın dediğime bakmayın, derede ben yirmilik otuzluk hiç görmedim, hepsi on dört on beş yaşındaki kızlardı, dağlarda hayvan otlatan ellilik altmışlık kocalarınınsa karılarının koynuna ayda yılda bir girdiğini Binbaşı Sedat Özgen söylemişti.

***

Sadece Eruh ve Şırnak köylerini değil, Erzincan’a gitmeden, Koçero, Mahmude Hasenka, Ermeni Misto, Hamido, Ömer Bezek ve Tilki Selim gibi eşkıyâları da, “Yeni Siirt” ile “Eski Siirt” ayrımını da, Batman’daki caz gecelerini de anlatmalıyım. Ancak şimdi yazıma üç nokta atmanın vakti geldi, en iyisi mi bu hafta size Hilmi Yavuz’un iki dizesiyle vedâ edeyim: “acı biziz, biziz yine / bozguna bağlıyız, yola mahkûmuz”...

YORUMLAR (12)
12 Yorum
YORUM YAZ
İÇERİK VE ONAY KURALLARI: KARAR Gazetesi yorum sütunları ifade hürriyetinin kullanımı için vardır. Sayfalarımız, temel insan haklarına, hukuka, inanca ve farklı fikirlere saygı temelinde ve demokratik değerler çerçevesinde yazılan yorumlara açıktır. Yorumların içerik ve imla kalitesi gazete kadar okurların da sorumluluğundadır. Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır. Özensizce belirlenmiş kullanıcı adlarıyla gönderilen veya haber ve yazının bağlamının dışında yazılan yorumlar da içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır.