ÖMER FARUK
Sunuş yazısını kaleme alan Jale Parla ‘avant-garde’ buluyor Orçun’un denemelerini; yani yenilikçi ve deneysel. Öznel ve çağrışımsal. Gelişigüzel coşan bir şelale gibi yukarıdan aşağıya akan fragmanları [ya da arka kapak yazısında Hilmi Yavuz’un dediği gibi] ‘denemecik’leri ‘reels videolarına’ benzettim ben. Bir çırpıda zahmetsiz okunan ‘aylak’ ve çalımlı ‘fragmanlarda’ düşünce gülümsüyor/gülümsetiyor. Yine dilin imkânlarını yokluyor, sınırlarını zorluyor Orçun; karşılaştırmalarla, benzetmelerle, alıntılarla, altını çizdiği satırlarla, kelime oyunlarıyla… Deneme için yeni bir ‘söylem biçimi’ öneriyor. Kitaplardan anılara sıçrayarak, belleğin derinlerine dalıp çıkarak ilerleyen uçarı bir üslup.
Orçun’a göre [117-130 arasındaki fragmanlara bakarsak], romanla deneme arasında, küçük kurgular dışında pek de fark yok: “Nedir roman uzayan denemeden başka?” Deneme üzerine düşündüğü bir başka fragmanda [313] Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde romanını ya da Mina Urgan’ın beş ciltlik İngiliz Edebiyatı Tarihi incelemesini ‘deneme/ci’ gözüyle de okuma taraftarı Orçun, neredeyse. Sormuş: “Siz ne dersiniz?”
Ne demeli? Haksız mı ‘meslektaşım?’ Denemeyi ‘ben ülkesine’ benzeten Nurullah Ataç’ın öğüdüne uyarak gözlemlerini, anılarını, aleme ve eşyaya bakışını hiçbir kurgunun kurmacanın arasına tıkıştırmadan; kendini hiçbir hikâye/roman kahramanının arkasına saklamadan ‘ortalara atan’ denemeci ‘daha cesur’ sayılmaz mı, düşüncelerini ‘başkalarına’ söyleten romancıya nazaran? Ataç’ın öğüdü: “Ben demekten çekinen, her görgüsüne, her görevine ister istemez benliğinden bir parça kattığını kabul etmeyen kişi denemeciliğe özenmesin.”
Orçun “Çağımızın söylem biçimi denemedir” diyen Susan Sontag’a hak veriyor ve giderek kitleselleştiğini/daha da kitleselleşeceğini düşünüyor: “Popüler günlükler [örneğin, ‘dizüstü edebiyat’ denen Pucca Günlük], yine popüler gazetecilerle yazarların kitaplaştırdıkları yazıların çok satması, ergen yazarların aforizma kılığındaki harcıalem [basmakalıp] sözlerle doldurulmuş kitapların pıtrak gibi çoğalması, denemenin kitleselleştiğinin göstergesi sayılmaz mı? (…) İçerik kötü de olsa, denemenin tek/ilk ölçütü üslup yerlerde de sürünse, biçimin yaygınlığı, has denemelerin de yaygınlık çağının geldiğini göstermiyor [ya da kimine göre müjdelemiyor] mu? Denemenin çağı geldi!”

İngiliz denemeci Sarah Bakewell da benzer şeyler yazmıştı, Montaigne üzerine kaleme aldığı o muhteşem kitabında. Bireyin ve tekil gerçeğin her şeyin önüne geçtiği bir çağdayız ya. Büyük anlatılar yerini küçük hikâyelere (fragmanlara?) bırakıyor giderek. Bu da bireyi/bireyle birlikte denemeyi öne çıkartıyor/daha da çıkartacak sanki. Otobiyografik romanlar [aslında romana kaçan denemeler] kaleme alan Annie Ernaux’un birkaç yıl önce Nobel Edebiyat Ödülü’nü almasını [2022] da buna işaret sayabilir miyiz? Bence öyle. Arka kapak yazısında Hilmi Yavuz da değinir gibi olmuş buna: “İlginçtir: Şimdi sevgili Orçun’la birlikte genç deneme yazarlarının görünmeye başladıklarına tanık oluyoruz.”
‘Genç bir denemeci’ olarak ‘kendime de’ pay çıkartıp seviniyorum: ‘Kendi Küçük Bahçemiz’ için sunuş yazma nezaketi gösteren sevgili Hocam beni de kastetmiş olabilir mi, diyorum, burada. İlk ve şimdilik tek ‘deneme’ kitabım yüz kopya bile satamayınca kendimi avutmak için koyduğum bir ölçüt vardı: Kitabım bin bassa, yüz satsa, on okunsa, bir kişi anlasa yeter bana, demiştim. Orçun da şöyle yazmış 415. fragmanda: “Yaratıcı yazar da yazın’ın bestecisi oluyor. Edebiyatta da Mozart, Bach, Vivaldi, Beethoven, Debussy olmak zor. Olmaya çalışmalı. Yok yok, olmaya da çalışmamalı; yazmalı, yalnızca yazmalı. Sonu[cu]nda olunursa olunur, olunmazsa olunmaz.”
Bu denemin son paragrafında, burada yani, sarılıp kucaklaşıyoruz denemeye gönül vermiş iki denemeci; hak veriyoruz birbirimize dostça sarılarak. Çünkü -ikimiz de- saframızı atmak için yazıyoruz. Ruhumuzu dökmek, ‘eski ben’i’ öldürmek, ‘delice neşeden’ ve ‘akıllıca öfkeden’ aldığımız payı kelimelere ve sadece kelimelere zerk edip, dünyayı yalnızca ‘kelimelerle görebildiğimiz’ için. Yazmalı. Muhatap bulamasak da. Büyüklerimizden öğrendiğimiz bir ‘tevekkülle’ karşılayalım hayatı daima: “Olunursa olunur, olunmazsa olunmaz.”
