Birdal Akar’ın ‘Türkdönmez ve Ötekiler’ romanı Gram Yayınları tarafından okura sunuldu. Birdal’a neden Frigya adını seçtiğini sordum; “Frigya’yı hep Doğu’dan gelmeye uğraşmış; ama yolda kalmış bir Batı ülkesinin karşılığı olarak düşündüm; bununla birlikte o hiçbir zaman Batı değildir, o meşhur ‘eşik’te kalmıştır” cevabını verdi. Roman, bir zaman makinem olsaydı, geriye dönüp, bitirdiği anda yazarının kafasına lobutla vurarak elinden almak isteyeceğim, bunu ben yazmalıydım diyeceğim bir kitap.
GÖKTÜRK ÖMER ÇAKIR
Birdal Akar’la sanırım 2016’nın bir kış günü Galata Köprüsü üzerinde ayaküstü tanışmıştım. O sırada ‘Kahraman Hayvanlar Gazeli’ Ayarsız’da henüz yayımlanmamış, Konfüçyüs ve Lao Zi çevirileri Ötüken’den henüz çıkmamıştı; ama elimde Epiktetos’un Yunanca aslından çevirdiği ‘Söylevler’ vardı ve burada Zeus’un bahsettiği “görünüşleri kullanma yeteneği”nin, kendisine tanrılar tarafından bolca bahşedilmiş olabileceğine dair herhangi bir fikrim yoktu. Ta ki ‘Türkdönmez ve Ötekiler’ adlı romanı çıkana ve ben bu romanı okuyana dek… “Görünüşleri kullanma yeteneği” nedir? Zeus’un dediğine göre bir şeylerden iğrenme veya bir şeyleri arzulama, onlara yönelme veya onlardan kaçma melekesidir bu. Böylece buna sahip insanın ayaklarına hiçbir şey dolanmayacak, hiçbir şeyden acı duymayıp şikâyetçi olmayacak ve asla dalkavukluk etmeyecektir.
Oysa ‘Türkdönmez ve Ötekiler’ öyle bir şikâyetname, ayağa dolanan nesnelerin ıztırarıyla koparılmış öyle bir çığlıktır ki, her aşırılığın zıddına inkılap etmesi kanunu mucebince bu kadar tazallümattan kendisini ve içinde bulunduğu cemiyeti tokatlaya tokatlaya arınmış, zeval bulmayacak bir kalem sahibinin silüeti onda tebellür etmektedir.
Öfemizmden uzak bir metindir ‘Türkdönmez ve Ötekiler’; zira bu kavramın arkasında birtakım tiksindirici hâl ve edimlerin gizlenmesine dönük bir kaypaklığa musap olma hâli vardır. Bütün gizem, acı ve ızdırabını ortaya seren bir adamın ayağına dolanacak, yakınacağı ve dalkavukluk edeceği sebepleri ortadan kalkar. Osmanlı kaynaklarında ‘öfemizm’ adamına göre ifade buluyor; mesela ölüm konusunda: Şehzadeler katledildiğinde; “canı cennete ısmarlandı”, “Firdevs bahçelerinde mülkü oldu”, “canına kanat takıldı” gibi anlatımlar olayın şiddetini epey yumuşatıyor. “Kaydını görmek”, “belirsiz etmek”, “Hakk’a komak”, “vakıaya uğramak” da bunlar arasında… Hani insanın katledilesi geliyor neredeyse; ama bir devşirme veya başka hasım bir kişi mevzubahisse “çanına ot tıkıldı”, “pare pare oldu”, “hiç olmamış gibi oldu”, “tepelendi”, “it gibi boğduruldu” nevinde ‘şen şakrak’ ifadeler gırla gidiyor. Kalem bile adamına göre anlatıyor aynı işi; fakat ‘Türkdönmez ve Ötekiler’in yazarının kaleminde karihadan atılmış tek bir söz bile yok. Akraba ve taallukatının, yüzünde su baldıranıyla elde edilmiş bir “Sardinya Sırıtışı”yla (Risos Sardonicus) ölmesini isteyenler için son okuma listelerinin başına konulacak şenlikli bir metinden, en makul tecennün hâlinde, yani yazmak suretiyle meydana konulmuş, cemiyet kazanının imbisat derecesini tayin eden sosyal bir manometreden bahsediyorum. Bunu okuyanın sağalması umulur; yazan, her türlü vartadan kendisini kurtarmıştır. Epiktetos için de bu yeteneğin sağladığından büyük egemenlik olmasa gerek. Bu, elimde bir zaman makinesi olsaydı, geriye dönüp, bitirdiği anda yazarının kafasına lobutla vurarak elinden almak isteyeceğim, bunu ben yazmalıydım diyeceğim bir kitap...
FRİGYALILAR BİZDEN BAŞKALARI DEĞİL...
“Bir yandan ılık ve mide bulandırıcı rakımı içerken diğer yandan sürekli Türkdönmez’i ve ötekileri düşünüyorum. Dünya iki kısımdan oluşuyor. Bunlar Doğu ve Batı değil, bunlar Türkdönmez ve ötekiler. Türkdönmez ve Türkdönmez’in özenle birer birer inşa ettiği, yarattığı ötekiler. Türkdönmez ve Türkdönmez’in ötekileri. Türkdönmez bize Frigya’yı anlattı.” Frigya, aslında Türkiye’nin örneklemi; okumadan, kitaptaki siyasi haritaya bakarak da bunu anlayabilirsiniz; bu isim, ‘lobi hikmetine inanan akademi’nin sıradışı üyesi anti-kahraman Ersin Türkdönmez’in icadı olan bir müstear: “İstesek de istemesek de hepimiz (…) Frigya yurttaşlarıyız. Aramızda hiç kimse Frigya’yı bir diğerimizden daha fazla sahiplenmiyor. Bugüne kadar hiç birimizin ‘ya sev ya terk et’ dediği işitilmedi. Frigya’yı Türkiye, Memalik-i Mahruse ya da başka bir tanıdık adla değil de bu adla anmamız da tam olarak bundan. ‘Frigya’ adı bize hep bir yeni gelini çağrıştırıyor. ‘Frigya’ adı ruhlarımızı tanıdık adlardan çok daha büyük bir şefkatle kucaklıyor. Ama işin aslı başka. Bu ad en büyük ahlâksızlıkları örtbas eden bir süs.”
“Frigyalıların çoğunluğu kıymet bilmezdir, çünkü Frigyalıların bir başka ve daha ezici çoğunluğu kıymeti bile isteye görmezden gelir.” Birdal’a hususi bir yazışmada neden Frigya adını seçtiğini sordum; “Frigya’yı hep Doğu’dan gelmeye uğraşmış; ama yolda kalmış bir Batı ülkesinin karşılığı olarak düşündüm; bununla birlikte o hiçbir zaman Batı değildir, o meşhur ‘eşik’te kalmıştır” cevabını verdi. Antik Frigya’nın da benzer bir yazgısı var: Frigler, aslında Batı’dan gelmiş, Karanlık Çağlar’ın şafağını söktürüp Doğu’dan sürgün veren uygarlığın nimetlerini kendi renginden de katarak Batı’ya aktarmış, buna rağmen daha ziyade Doğulu bir görünüm arz eden, maruf kral Midas’ın ve Anadolu Demir Çağı’nın iki arada bir derede halkı… Birdal’ın ve Türkdönmez’in Frigyası’nın antik Frigya’yla benzeşen tek yanı bu; onun haricinde bu isimle aramızda otuz asır falan yok. Kitaptaki Frigya bizim ülkemizden başka bir yer, Frigyalılar da bizden başkaları değil; hatta benzerlik öyledir ki, “Frigya’da kadın denildiğinde budalalık kaçınılmazdı[r] ve bu talihsizlik bütün Frigyalıların payına eşit biçimde dağıtılmıştı[r].
BİRDAL BİZE EN SONUNDA VARACAĞIMIZ ÜLKEYİ ANLATIYOR
Türkdönmez ve Ötekiler’in, bende, kendi Frigyamı tasavvur etmek için kışkırtıcı bir etkisi oldu ve böylece kronolojik ayrımlarla geride kalan birden çok Frigyam olduğunu keşfettim: Tek haneli yaşlarımda Frigya, kendime ait bir odamın olmadığı ülkeydi; onlu yaşlarımda ödev ve sınav gaileleri, babamın okumazsam hamal olacağıma dair tehditleriyle doluydu; yirmili yaşlarımda Revânî’nin her hûbun mübtelası olmakla kınadığı gönüllerle dolu bir zeniler ve zaniyeler ülkesiydi; otuzlu yaşlarımda Birdal’ın Frigyası’na yaklaştım: Sırasıyla tahsilsiz idarecilerin tahtıemrinde cendereye giren hakkı yenmiş entelektüellerin ülkesi, karısı tarafından yazdıkları okunmayan bizar kocaların ülkesi, kendisini konuşmaya sevk edecek en küçük ihtilaflardan kaçınan konformist tiryakilerin ülkesi, senelik izinlerinde namaz kılmayan cami hocalarının ülkesi, iç ve dış meseleleri ekabir ve esafilin şath u tamatıyla düğümlenen ve her inandığınızı söylememeniz gerektiğini salık veren, karanlıkta sağ yanını bilmez selametsiz vatandaşların ülkesi; nihayet her on milyonluğundan birer çeşit onmaz tipin film noir kıvamında bir hikâyede buluştuğu Ersin Türkdönmez’in ülkesi. Birdal bize, en sonunda varacağımız bir ülkeyi anlatıyor. Öyle bir ülke ki, kedilerin bile entelektüel sayılmak için vejetaryen ve eşcinsel olmaktan başka şansları, alaturka saatin terkine içerleyen münevverlerin ezana göre yaşayacakları zamanları, iki insanın müşterek düşman olmadan ortaklaşacakları bir zeminleri yoktur.
FRANCO İSPANYASI’NDA YİTİP GİDENLERE BİR SAYGI DURUŞU
Kalpleri titreten hikâyeleriyle insan ruhunun derinlerine nüfuz eden İspanyol karikatürist Paco Roca bu kez hem İspanya hem de dünya tarihine iz bırakan baskıcı bir dönemi çizgilerine taşıyor. Roca’nın gazeteci Rodrigo Terrasa ile birlikte kaleme aldıkları ‘Unutulan Ruhların Çukuru’, Franco rejiminin kurşuna dizip toplu mezarlara gömdüğü on binlerce kurbanın yaşadıklarını günyüzüne çıkararak itibarlarını iade ediyor. 1940’ta öldürülen babasının kalıntılarını annesinin mezarına taşımaya çalışan Pepica Celda’nın verdiği zorlu mücadeleyi odağına alan bu ödüllü grafik roman, aynı zamanda Franco döneminde infaz edilen kişileri gömmekle görevlendirilen mezarcı Leoncio Badía’nın onurlu yaşamına da bir parantez açıyor.
Mezarcının, katledilenlerin yanına eklediği küçük şişelerdeki ipuçları, faşizmin örtbas ettiği sayısız sırrın ortaya saçılmasına katkıda bulunuyor. Bir ülkenin ve toplumun yakın tarihiyle yüzleşmesine tanıklık ettiren kitap, okuru bireysel ve toplumsal hafıza ekseninde unutma kültürü üzerine düşündürüyor. Álex Montoya tarafından çok yakında beyazperdeye de uyarlanacak ‘Unutulan Ruhların Çukuru’, Franco İspanya’sında yitip giden nice faili meçhulün ebedî ruhuna sanatsal bir saygı duruşu. Murat Tanakol tarafından Türkçeye aktarılan kitap, Desen Yayınları etiketiyle Türk okurunun karşısında. -