‘Müslüman Aklın Uyanışı’ kitabında Din ve Devlet ilişkisini sorgulayan yazar Mustafa Akyol KARAR’a konuştu: “Vardığım nokta, Mısırlı alim Ali Abdül Razık’ın bir asır önce söylediği gibi: ‘İslam bir dindir, devlet değildir; bir mesajdır, hükümet değildir’. Müslümanların tarihinin bir parçası olan her şey de İslam’ın bir hükmü değildir.”
SEDAT PALUT
Özgürlüğün İslami Yolu’ kitabı bütün dünyada ses getiren araştırmacı-yazar Mustafa Akyol’un ‘Müslüman Aklın Uyanışı’ kitabı da 2023 yılında Lejand Kitap etiketiyle okurla buluştu. Bir süredir Amerika’da yaşayan ve Washington D.C. merkezli liberal düşünce kuruluşu CATO Enstitüsü Kıdemli Uzmanı olarak görev yapan Akyol, yıllara dayanan araştırmalarından hareketle İslam dünyasının güncel meselelerine bilimsel gerçekler üzerinden ışık tutuyor. Bugüne dek beş ayrı dilde yayımlanan, Bosna-Hersek’ten Endonezya’ya kadar bir çok ülkede yankılar ve tartışmalar yaratan kitabında ‘İslam düşüncesinde, fıkhında ve ilahiyatında esaslı bir sorgulamaya ve yenilenmeye mi ihtiyaç var?’ sorusunu da irdeliyor. Ayrıca, Kur’an’a, İslam geleneğinin unutulmuş zenginliklerine ve çağdaş akademik kaynaklara dayanarak, günümüzün yakıcı dinî meselelerine yeni bakış açıları öneriyor. Adı, 2021’de İngiltere’de Prospect dergisinin ‘Dünyanın Önde Gelen 50 Düşünürü’ arasında listelenen Akyol ile KARAR okurları için konuştuk.
Kitabınızın Giriş kısmında Malezya’da ‘din polisi’ tarafından göz altına alınışınızdan bahsediyorsunuz. Tam olarak nasıl oldu bu olay?
Bir önceki çalışmam, ‘Özgürlüğün İslami Yolu’ kitabım, 2017’de yerel dile tercüme edilerek Malezya’da da yayınlanmıştı. Kitabı yayınlayan kuruluş, beni aynı zamanda bazı konuşma ve söyleşiler için de Malezya’ya davet etti. Başkent Kuala Lumpur’da düzenlenen bu konuşmalardan birisi, vicdan özgürlüğü ve din değiştirme hakkı üzerine idi. İslam geleneğinde, malum, bir Müslümanının dinini açıkça terk etmesi idamlık suç sayılıyor. Bugün ondan fazla İslam ülkesinde de bu hüküm kanunlara girmiş durumda. Tabii, Malezya daha ılımlı, idam cezası yok, ama dinden çıkanlara, yani mürtedlere, bazı kanuni yaptırımlar var... Ben, oradaki konuşmamda bu konuda bir yenilenme yani tecdid gerektiğini, nitekim Kur’an’da dayanağı olmayan bu ‘mürtedin katli’ hükmünü sorgulayan alimler olduğunu anlattım. Akla aykırı da olduğunu, çünkü kalbinde iman kalmamış bir kimsenin ölüm korkusuyla Müslüman yapılamayacağını vurgulayıp, “Din, polislik meselesi değildir” dedim. Ertesi gün de ülkede var olan ‘din polisi’ tarafından gözaltına alınıp mahkemeye çıkarıldım.
Sonra ne oldu?
Neyse ki sorgulayıp bıraktılar. Ama enteresan bir tecrübe oldu. Meseleyi biraz araştırınca da ilginç bir şeyi fark ettim. Malezya din polisinin bağlı olduğu din bakanlığı, adı Jakim, Kur’an’daki “Dinde zorlama yoktur” ayetini biraz rötuşlayarak tercüme ediyor: “Dinde (girerken) zorlama yoktur” diye yazıyor. Yani giriş serbest, ama çıkış serbest değil.
Kitabınızdaki ‘Aydınlanma Meselesi’ başlığında “sorunun büyüklüğünü anlatmak için Mısırlılar ve Pakistanlıların yüzde 60’ından fazlasının dinden dönenlerin idam edilmesi ve zina yapanların taşlanması gerektiğine inandığını söylemek sanırım yeterli olur” ifadelerini kullanmışsınız. İslam’ın kültürel etkisinin çok fazla belirgin olduğu bu ülkelerde insanları bu düşüncelere iten temel saik sizce nedir? Dinin bölgesel bir yorumu mu?
Kitapta ele aldığım farklı konular var, ama en önemlisi İslam dünyasında din adına uygulanan baskı ve şiddet. Bunu bir problem olarak ele alıyor, İslam’ın esaslarına sadık kalarak ne gibi çözümler üretebileceğimizi tartışıyorum. Mürtedin katli, ‘hisbe’ yani polis teşkilatının ibadetleri zorlamak, örneğin zorla başörtüsü giydirmek için kullanılması, dine karşı yöneltilen eleştirilerin şiddetle bastırılması gibi meseleler bunlar... Türkiye’de hukuk laik olduğu için bu sorunları belki sadece söylem veya zihniyet düzeyinde görüyoruz. Ama başka İslam beldelerinde bunlar yakıcı gerçekler. Ramazan’da oruç yiyeni polis alıp götürüyor, ‘dine laf etti’ diye yaftalananlar linç ediliyor, farklı mezhepten olan Müslümanlar birbirine zulm edebiliyor... Aktardığınız cümle ise, bu gibi uygulamaların bazı Müslüman toplumlarda geniş destek bulduğunu ifade ediyor. Bunun sebebi, geniş halk kesimlerinin bu gibi uygulamaları “Allah’ın emri, dinin hükmü” olarak bilmesi. Bunların çoğu da geleneksel fıkıh kitaplarında hakikaten mevcut. Yani ‘bölgesel yorum’ değiller aslında. Ama yine de tartışılmamalılar ve kitap da bunu yapmaya çalışıyor.
EMEVİLER DÖNEMİ ‘İSLAM’IN DEVLETLEŞMESİ’NİN TEK ÖRNEĞİ DEĞİL
Emevi dönemi ile birlikte İslam dünyasındaki iktidar değişikliğine de değinmişsiniz. Günümüz İslam dünyasına baktığımızda da otoriter rejimler görüyoruz. Bu rejimlerin ortaya çıkmasında kırılma noktası Emeviler dönemi midir sizce?
Kitapta ‘İslam’ın devletleşmesi’ dediğim bir süreç var. Emeviler dönemi bunun tek örneği ve sorumlusu değil, ama önemli etkileri var. Örneğin Cebriye ekolü olarak bilinen katı kadercilik düşüncesini Emevi sultanları ve onları destekleyen ulema yaygınlaştırıyor. Her yaşanan olayı Allah ezelde takdir ettiyse, Emevi iktidarı da ilahi takdirin neticesi olmuş oluyor çünkü. Nitekim Emevi iktidarına isyan edenler arasında özgür irade fikri gelişiyor ki, sonradan Mu’tezile tarafından daha da ilerletilecektir. Ancak Abbasiler döneminde de iktidarların teoloji dayattığını görüyoruz. İslam’ın devletleşmesi tartışması ise, İslam Peygamberinin Medine’de bir devlet kurmuş olmasına kadar gidiyor. Evet, bu Resulullah’ın ve ilk Müslümanların tarihsel tecrübesinin bir parçasıydı. Ama ilk baştan beri hedef bu muydu? Eğer Mekkeli müşrikler Kur’an’ın “Sizin dininiz size, benimki bana” çağrısını kabul etselerdi, bir ‘İslam devleti’ne gerek olacak mıydı? Bu gibi soruları tartışıyorum kitapta...
Bütün bu tartışmaların sonunda hangi noktaya vardınız?
Vardığım nokta, Mısırlı alim Ali Abdül Razık’ın bir asır önce söylediği gibi: “İslam bir dindir, devlet değildir; bir mesajdır, hükümet değildir.” Müslümanların tarihinin bir parçası olan her şey de İslam’ın bir hükmü değildir.
‘İSLAM DÜNYASI HÜMANİZME ÖNEMLİ KATKILAR SAĞLADI’
Ayrıca İbn-i Tufeyl tarafından yazılan ‘Hayy Bin Yakzan’ romanından bahsetmişsiniz kitabınızda. Ve bu kitabın zamanla Avrupa’da zihinsel bir değişime ortam hazırladığından… Peki, İslam dünyası neden içinden çıkan bu esere sizce neden gereken önemi vermemiştir?
Bugün İslam dünyasında yaşadığımız dini sorunların hepsi, hatta çok daha şiddetlisi, Hıristiyan Avrupa’da da vardı: Mürtetlerin öldürülmesi, ‘sapık mezheplerin’ yok edilmesi, din savaşları, engizisyonlar, işkenceler, vs... Avrupa bunları Aydınlanma’nın liberal kanadı sayesinde aştı. Tabii bir de Jakoben kanadı var ki, o ayrı bir sorun... Konuya dönersek, John Locke ile başlayan bu liberal Aydınlanma’nın en büyük katkısı da her insanının, dini veya siyasi inançlarından bağımsız olarak, doğal haklara sahip olduğu düşüncesidir. Yani komşunuzun zındık, kafir, müşrik olduğunu düşünebilirsiniz; ama sizle eşit haklara sahip olduğunu teslim etmeniz, insanlık ortak paydasını kabul etmeniz gerekir. Bu düşüncenin altında yatan hümanizme İslam dünyasından yapılan önemli katkılar var ki, kitabımın bir bölümünü oluşturan ‘Hayy Bin Yakzan’ romanı da bunun çarpıcı bir örneği. 12. yüzyılda Endülüs’te yazıldıktan beş asır sonra İngiltere’de Latince yayınlanıyor ve Aydınlanma devrinin ‘bestseller’ romanı oluyor.
Peki biz niçin bu cevhere sırt döndük?
Bu büyük sorunun cevabını kitapta irdeliyorum... Bir cümleyle, felsefenin dinden bağımsız bir disiplin olarak itibarını kaybetmesi diyebilirim. İbn Rüşd’ün bunları uzlaştırma çabası çok değerliydi, ama bizden çok Hıristiyan ve Yahudi düşüncesini etkiledi. Öyle ki bügün İbn Rüşd’ün bir düzine kadar eserinin Arapça orijinali kayıp, ama Latince ve İbranice tercümeleri mevcut...