BESİM DALGIÇ
İfade etmek, onları belgelemek insanın tabiatı. Mağara resimleriyle başlayan bu süreç insanlık tarihi boyunca değişerek, dönüşerek, sözel dönemde de, yazının kullanılmasıyla da ifade türleri hep çeşitlendi. Muhtemelen şiir “Kalu beladan beri” beri hep vardı. Romanın 17. yüzyılın başlarında ‘Don Kişot’la, hikâyeninse ‘Dekameron’la 14. yüzyılda başladığı kabul edilir. Ama roman için bu tespit belki de doğru değil. Japon’ya da bin yıl önce yazılan ‘Genji’nin Hikayesi’nin ilk roman olduğu haberiyle edebiyat tarihinin yanılgısı saptanmış. İlk hikâye için henüz başka bir sav yok. Ülkemizdeyse roman ile hikâye türünün Tanzimat’la başladığı edebiyat tarihimizce kabul edilen temel görüş. Romana göre hikâyedeki gelişim daha hızlı. Ömer Seyfettin’in hikâyeleri Mahmut Şevket Esendal’lara, Sait Faik’lere yol açtı, hatta Sait Faik şiirsel hikâyeleriyle adeta bir devrim yaptı. Önemsenecek bir çok hikâyecimizin varlığı sevindirici. Fadime Uslu da onlardan biri. Daha önce P.T. Barva’nın ‘Andre’ya Mektuplar’ kitabının tanıtım yazısında söz etmiştim Uslu’dan. Onların edebiyatın her türünde Ankara’daki ‘İşleyen Kurmaca’ adlı atölyelerinde, katılımcılara kendi kurmacalarının nasıl yazılacağını değil de, birlikte edebiyatın zenginliğini nasıl fark edeceklerinin yolunu bulmalarına çalışan karşılaştırmalı edebiyat oluşumu var. P.T. Barva’dan sonra bu oluşumdan iki hikâyecinin de kitabı Sözcükler Yayınevi’nce basıldı.
ŞEHRİ, ŞEHİRLEŞMEYİ VE ŞEHİR İNSANINI DERT EDİNEN 18 HİKÂYE
İlk kitap ‘Ben Senin Sahibin miyim Rozbat?’ın yazarı A. Çiğdem Özerdoğan. Kitapta 18 hikâye var. Sait Faik hikâyeciliği, ‘60 sonrasında köy enstitülü yazarlarında etkisiyle toplumcu gerçekçilik adına köy hikâyeciliğine dönüşmüştü. ‘80’lerden sonraysa hikâyecilik tekrar şehirleşti. ‘Ben Senin Sahibin miyim Rozbat?’ şehri, şehirleşmeyi, şehir insanın fark edilmesi olanaksız dertlerini dert eden bir kitap. Vicdan denilen duygunun yerini küçük çıkarların aldığı, mahallenin anlamını yitirdiği, görünmez bir elin toplumsal yapıya olan müdahalesi karşısında suskun, adeta bir koyun gibi güdülen şehirliler... Gael García Bernal’ın oynadığı 2011 yapımı ‘Yanlız Gezegen’ adlı bir film izlemiştim. Sevgilisiyle Amerika’dan gelip Gürcistan’da bir rehber eşliğinde Kafkas dağlarında çıktıkları gezide, her koyun sürüsünde mutlaka bir keçinin olduğunu, koyunların doğaları gereği sürü olmayı tercih ettiklerini, keçilerinse özgür ruhlu olduklarını, sadece keçiyi yönetirsen bütün sürüyü de yönetilebileceğini öğrenirler. Özerdoğan ‘Ben Senin Sahibin miyim Rozbat?’taki hikâyelerinde bu konformizmi hisettiriyor. ‘Taşları Öldürdüm’ hikâyesinde dağda mevzilenmiş bir kişinin içindeki korkuyu “Onlar üç kişiydiler. Ben yalnız. Gözleri kapkaraydı. Tüfeğimi üzerlerine doğrulttum. Mesafe arttıkça korkum artıyordu... Bundan hiç bahsetmemişti komutan” diye ifade ediyor.

BİR CANLININ SAHİPLİĞİNİN OLAĞAN KARŞILANMASININ OLAĞANLIĞI
Özerdoğan kitaba ismini veren “Ben Senin Sahibin miyim Rozbat?” hikâyesindeyse yanında bir köpek olan yaşlı bir boyacı ile ona ayakkabısını boyatan gençten birini yazmış. Boyacı işini büyük bir ustalıkla yaparken sohbet etme ihtiyacı duyan genç adam “Nerelisin?” diye sorunca kısaca “Dersim” cevabıyla konuşma başladığı gibi bitmesine rağmen genç adam ısrarcıdır. Boyacıya yerdeki zincire bakıp köpeği göstererek “Senin mi?” diye tekrar sorar. İhtiyar boyacıysa “Bilmem ki” diye cevap verince genç adama ücretini ödeyip gitmesinden başka çıkar yol kalmamıştır... Şehirde bir canlının sahipliğinin olağan karşılanması olağandır. Oysa zincir boya malzemelerini koyduğu kutuyu, bir ağaca asma kilitle bağlamak için gereklidir. Her akşam bu işlemi yapar, sonra şehrin sahipsiz köpeklerine düşman anlayışa inat köpekle birlikte, yan yana yürüyüp, akşama karışıp giderler.
Son olarak ‘Mevsimin Son Yerlisi’ hikâyesindeyse, sokakta meyve sebze satan sevimsiz, acımasız, kaba bir satıcının tezgâhından bir armut yürüten küçük bir kızla, şehir yorgunu birinin sadece bakışlarla kurduğu insani ilişki çoktan yitirilen vicdan duygusuna karşı sessiz bir direniş gibidir. Fadime Uslu arka kapak yazısında Özerdoğan’nin hikâyeleri için “(...) insanlığı yücelten evrensel değerlerle, insan doğasını baskılayan tahakkümün arasındaki gerilimden kuruyor” diye yazmış.
ÖZKALE’NİN ÖYKÜ ESTETİĞİ GÖRSEL VE İŞİTSEL SANATLA BÜTÜNLEŞİYOR
Nurgök Özkale de ‘Başka Bir Günün Sabahında’ kitabının yazarı. Şehire ait 27 hikâye var. Okumaya başladığımda onun hakkında ilk kanım gözlemlediği her şeyden bir hikâye çıkarabileceğiydi. Bunu yaparken okuru da çaktırmadan işin içine katmasıysa işin eğlendirici yanı. Adeta benliğini yok ederek herkesi metinlerine ortak ediyor. Olay örgüsü ya da bilinç akışı denir ya Özkale’nin böyle bir derdi yok. Adlandırılırsa belki ‘benlikdışıcılık’ denilebilir. Tek kitap olarak yayınlanmış olması aldatmasın. ‘Başka Bir Günün Sabahında’ için aslında 4 hikâye kitabından oluşmuş toplu hikâyeler de söylenilebilir.

Burgazada’ya Sait Faik için sessizce bir hikâye uydurup, avunma hayaliyle müze eve gittiğinde ne evin ne de Sait Faik’in kimsenin umurunda olamamasına hem şaşırıp hem de üzüntüsünü paylaştığı ‘Kayıp Öyküye Ağıt’ hikâyesinde “Ah Sait Faik! Canım, sevgilim, ustam. Şu hayatta, onun öykülerinden başka kimsem yok” diyerek yakınırken, hikâyeyi “O gitti, insanlar değişti. Nihayetinde hikâyeler de. Ama bitmedi. Anlatılmaya devam ediyor” diyerek bitiriyor. ‘İlkyaz Sabahı, Masa ve Karyola’ hikâyesiyse “Gözlerimi açtığımda enine üç, boyuna beş adımla duvarlarına varılan odamı göremedim. Kıpırdamadan karanlığa baktım. Gölgeler telaş etmeden köşelerine çekildi” diye başlıyor. Buradaki gözlem hem şiirsel hem de dikkat çekmeyecek bir ayrıntı. Hikâye yazmanın zorlu bir süreç olduğunu söyleyen Fadime Uslu’nun bu kitap için de bir arka kapak yazısı var. “Öykülerde dil ritmi, resimsel görüntü, ses duyarlılığı ortaya çıkıyor. Özkale, öykü estetiğini görsel ve işitsel sanatlarla bütünlüyor” diyerek ‘Başka Bir Günün Sabahında’ kitabı için başka bir söze hacet bırakmıyor.
