‘Suskunlar Meclisi’ romanı Timaş Yayınlarından çıkan Cihan Çetinkaya: Susmak bir tercihse her susan suç ortağı

‘Suskunlar Meclisi’ romanı Timaş Yayınlarından çıkan Cihan Çetinkaya: Susmak bir tercihse her susan suç ortağı

Cihan Çetinkaya, Timaş Yayınları’ndan çıkan yeni romanı Suskunlar Meclisi ile bir cinayetin izinden yola çıkarak devletin, hafızanın ve suskunlukların iç içe geçtiği karanlık bir hesaplaşmanın anlatısını sunuyor. Türkiye’nin son yıllarda çokça tartışılan kaybolan adalet duygusu ve üstü örtülen geçmişlerle yankı kuran eser, hakikati açığa çıkarmaktan çok, hangi hakikatlerin neden saklandığını sorguluyor.

Cihan Çetinkaya ile Timaş Yayınları’ndan çıkan yeni romanı Suskunlar Meclisi’ni ele aldık. Eserinde bir cinayetin izinden yola çıkarak devletin, hafızanın ve suskunlukların iç içe geçtiği karanlık bir hesaplaşmanın anlatısını sunan Çetinkaya Suskunlar Meclisi’nin, bir hakikati açığa çıkarmaktan çok, hangi hakikatlerin neden saklandığını sorguluyor. Cihan Çetinkaya ile kitabı üzerinden suskunluk kültürünü, adaletin yükünü ve geçmişin geleceğe bıraktığı karanlık izleri konuştuk.

Timaş’tan çıkan diğer iki romanınızdan (Harp Baladı ve Arafta Yedi Gece) tür olarak da üslup olarak da bambaşka bir romanla okurun karşısındasınız. Polisiye yazmaya neden ve nasıl karar verdiniz?

Her romanımın kendi iç felsefesi var. Suskunlar Meclisi de ‘karanlık tarafı’ anlatıyor. Nitekim bu romanda felsefeyi aktarmak için polisiye metodunu kullanmayı tercih ettim. Çünkü ihtiras, kan, bıçak, kurbanlar ve katiller karanlığa oldukça yakındır. Mümkünler arasında ahengi ve de tasviri en mümkün kılan iklim buydu. Hem küçüklüğümden beri Sherlock Holmes hayranıyım. Ayrıca Agatha Christie’nin Poirot’suna da bayılırım.

Romandaki cinayet, semboller, sırlar ve devlet içi çatışmalar bir tür yerli ‘gothic noir’ izlenimi yaratıyor. Türkiye’de geçen bir polisiye yazarken bu karanlığı nasıl kurdunuz?

Karanlık aslında hep burada; insanın olduğu yerde daima bir karanlık da vardır. Fakat bazı gözler göremez bunu, bazı gözlerse görmek istemez. Romanın kurgusu elbette bir korku ve dehşet estetiği üzerine kurulu. Şeytanın gotik tasvirlerde bolca kullanılması, kitaba da bir gothic noir havası katıyor, bunu kabul ediyorum. Fakat romanda bir tür ‘sin city’ yani günah şehri resmetmeyi tercih ettim; bu şehirde herkes suçlu ve herkesin bir fiyatı var.

12kr02-man.jpg

YEREL BİR PENCEREDEN BAKMIYORUM

Devlet içinde suç işleyen bir yapı kuruyorsunuz romanda. Nahit Söylemez, bireysel bir hesaplaşmadan çok sistemin kendi hafızasını koruma refleksi gibi ve bu çok tanıdık. Bu örgüyü kurgularken Türkiye’nin hangi dönemlerinden beslendiniz?

Olaylara yerel bir pencereden bakmıyorum. Her devletin kendine özgü bir koruma mekanizması vardır; yerleşik rejimi, nihayetinde varlıklarını, varlık sebeplerini korumak isterler. Krallıklar, derebeylikler çağında da bu böyleydi, bugün demokrasiye yakınlık veya uzaklık ilişkisi içindeki adına devlet dediğimiz teşkilatlar için de böyle. Tarihin akışında, doğudan batıya değişmeyen bir düzendir bu fakat kimi pervasızdır kimiyse temkinli. Biz pervasızları tanıyoruz. Nihayet buna bir tür koruma içgüdüsü de demek mümkün.

Elbette devlet içinde olan ve fakat başka odaklara hizmet eden yapılar da oldu tarih boyunca. Kendi arzuları uğruna kaosu beslemekten, hatta cinayet işlemekten dahi geri durmadılar. Nitekim Sultanahmet meydanında öldürülen Nahit Söylemez bir ayakkabı tamircisiydi. Bir bürokrat, gazeteci ya da politikacı değildi. Fakat cinayetin üzeri bizzat devlet içindeki bazı karanlık kimseler tarafından örtülmek isteniyordu. Bu nedenle onun ölümü peşinden sayısız soruları, şüpheleri de beraberinde getiriyordu. Böylece devlet içinde yapılanan devletlerüstü tarikatlara ulaşabildik.

Romanın ana gerilimi adalet ve sessizlik arasında örülüyor. Faili meçhuller, kaybolan insanlar ve açıklanamayan olaylar Türkiye’nin son yıllarda çokça tartıştığı meseleler. Bunlar sizin hikâyenizi nasıl etkiledi?

TÜRKİYE, OKUMASINI BİLEN İÇİN İYİ BİR OKUL

Türkiye, okumasını bilen için iyi bir okuldur. Tarihi referansları ve jeopolitik konumu itibariyle bir güç savaşının ortasındadır daima. Filler tepinirken çimenler ezilir bu coğrafyada. İşte ben çimenlerden bir çimen olarak, bu filler neden ve nasıl tepiniyor diye sorgulayanlardanım. Kalemim de bu sorgunun bir aracı tabi.

EŞREF’İN PUSULASI KENDİ VİCDANI

Roman boyunca şehrin karla kaplı oluşu, sessizlikle birlikte bir donmuşluk hissi yaratıyor. Sizce bugünün Türkiye’sinde de toplum, gerçeklerle yüzleşmek yerine bir tür donukluk içinde mi yaşıyor?

Elbette kış kasvet demektir. Romandaki kasveti vurgulamak için böyle bir mevsimi tercih ettim. Kış mevsiminde geceler uzundur; karanlık güne hâkimdir. Ayrıca soğuk olan ağır hareket eder. Düşününce; sadece Türkiye değil, bütün dünya bir kış mevsiminde sanki. Dünyada olup biten ne varsa zemheriyi çağrıştırıyor. Bahara ne kadar kaldı doğrusu bilemem, ama bu soğuk mevsimden memnun olanların olduğunu biliyorum.

Türk polisiyesi yeni bir karakter kazanmış gibi duruyor. Eşref Kalender karakteri yalnızca bir dedektif değil, adeta vicdan ve hafızayla yürüyen bir hafiyelik metaforu gibi. Onu yazarken içinize en çok ne sinmiş oldu?

Eşref Kalender nevi şahsına münhasır bir karakter; soğukkanlı, iyi giyimli, derin bir kavrayış sahibi ve oldukça zarif bir adam. Vicdanı onun pusulası; adaletin terazisi de tam orada! Mutlak akıl ile hareket etmiyor, kalbini de dinliyor. Zekâsına güvense de yanılma ihtimâlini göz ardı etmiyor. Eşref Kalender her badirede çıkış yolları arayan, umudunu yitirmeyen biri. Onun bu hali, bize hem heyecan hem de ilham veriyor.

Son sahnede Kalender bir tür yalnızlıkla yüzleşiyor. Sizce hakikati arayan herkes yalnızlığa mahkûm mu?

Hakikati arayanlar, kesif bir yalnızlık ve ötelenmişlik ile sınanacaklar. Buna şüphe yok. Fakat hakikatin kutsiyeti de sanırım burada; bu ağır yükü omuzlayabilenler, ecrini de alacaklardır. Çünkü zahir başka, batının maksadı başkadır. Hakikati arayanlar, bir zaman sonra hakikat ile hemdem olurlar. Aranan, bulunmak istemeseydi varlık delillerini de göstermezdi. Hakikatin bu varlık delilleri, yol boyunca arayanın hem yolu hem de yoldaşı olur. Buna yalnızlık demek ne mümkün...

HERKES CAMBAZ GİBİ İNCECİK BİR İP ÜSTÜNDE YÜRÜMEK ZORUNDA

Romanda suskunluk bir koruma kalkanı gibi. Sizin gözünüzde toplum hafızasında suskunluk nasıl yerleşiyor? Sessizlik, zamanla suçun bir parçası mı oluyor?

Susmanın suça iştirak olduğunu kabul ediyorum. Fakat bu suskunluk bir zorunluluk mu yoksa tercih mi, buna da dikkat ediyorum. Tercihse, her susan elbette suçun ortağıdır. Zorunluluksa, onları da anlıyorum.

Susmanın da kelimeleri vardır. Hatta susmak, konuşmaktan çok daha fazla şey anlatır. Bana kulak ver ki sana ses verebileyim, demiş bilge. Kulak verilmeyen toplum zamanla susmak zorunda kalacaktır. Düşününce, haksız da sayılmazlar. Her sabah bin türlü kaygıyla yatağından doğrulan insanı, hangi toplumsal meseleye sessiz kaldı diye suçlayabiliriz? Onun hayatına, gündelik sorunlarına kulak verebildik mi? Onların küçük hayatları var ve bu hayatlar oldukça zorlu; bir cambaz gibi incecik bir ip üzerinde yürümek zorunda herkes. Kimse ekmeğinden, işinden gücünden olmak istemez. Onlar susuyorlar, çünkü yapabilecekleri başka hiçbir şey yok.

Öne Çıkanlar
YORUMLAR
YORUM YAZ
İÇERİK VE ONAY KURALLARI: KARAR Gazetesi yorum sütunları ifade hürriyetinin kullanımı için vardır. Sayfalarımız, temel insan haklarına, hukuka, inanca ve farklı fikirlere saygı temelinde ve demokratik değerler çerçevesinde yazılan yorumlara açıktır. Yorumların içerik ve imla kalitesi gazete kadar okurların da sorumluluğundadır. Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır. Özensizce belirlenmiş kullanıcı adlarıyla gönderilen veya haber ve yazının bağlamının dışında yazılan yorumlar da içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır.
Diğer Haberler
Son Dakika Haberleri
KARAR.COM’DAN