Ayşe Burçak, İletişim Yayınları’ndan çıkan ilk kitabı ‘Aşklar ve Hayaletler’ ile okurun karşısında. Yazarın birbiriyle ilintili 12 öyküden oluşan bu ilk kitabının dosyası, 2024 yılında Varlık Yayınları tarafından düzenlenen ‘Yaşar Nabi Nayır Ödülleri’nde ikinciliğe layık görülmüştü. Öykülerinde tarihi, sosyolojik birçok kolektif acıyı ve travmayı bağırmadan, naif ve dupduru bir Türkçeyle anlatırken modern ilişkilere, sınıfsal çatışmalara da ışık tutan yazarla KARAR okurları için konuştuk.
Öykülerinizdeki aşk kırıntıları bana şu soruyu hatırlattı: Aşk, insana daha özgüvenli mi yalan söyletir?
Bundan emin değilim. Aşık olmuş birinin aşkına dair herhangi bir şeyi ‘daha özgüvenli’ yapabileceğini sanmıyorum. Aşık olduğumuzda söylediğimiz yalanlar bile kendimizi korumak için; özgüvenden değil, kaybetme korkusundan.
Hikâyeleriniz günümüz kadın- erkek ilişkilerini harika göndermeler yapıyor. Sizce neden âşık olmayı, bir ilişki yürütebilmeyi beceremiyoruz? Modern hayatın ilişki biçimlerinde neden sağlıklı bir şekilde yer alamıyoruz?
Çok teşekkürler. Aşık olmakla bir ilişkiyi yürütebilmek bence çok farklı şeyler. Aşk çoğu zaman bir eksiklikten doğuyor, büyüleyici ama kırılgan. İlişki ise emek, sabır ve tekrar isteyen bir yapı. Modern hayat da bizi bu ikisinin ortasında bırakıyor: Derin bağlar kurmak istiyoruz ama sorumluluk almaktan, kalıcılıktan kaçıyoruz. Ben de öykülerimde zaman zaman bu gerilimi, insanın içindeki o çözülmeyen çelişkiyi anlatmaya çalışıyorum.
Bir hikâyenizde, görücü usulü bir evliliğin ilk adımını atmak için yola çıkan bir kıza annesi, “geçen zaman, senin dostun değildir,” diyor. Anne, toplumsal baskı yüzünden mi böyle düşünüyor yoksa kızının gelecekteki yalnızlığı mı onu korkutuyor?
Öykülerimde karakterlerin bütün hayatlarını değil, onların kısa bir anlarını fotoğraflıyorum. Geçmişleri, gelecekleri, motivasyonları ve gizli ajandaları konusunda okura kesin bir yönlendirme yapmayı doğru bulmuyorum. Öykülerde okuyan için belirsiz kalan bir kısım varsa onu kendi deneyim ve sezgileriyle tamamlasın isterim. Çünkü öykü dediğimiz edebi türün çarpıcılığı biraz buradan geliyor. Kanaatimce tamamlanmış bir metni fazla deşmek, karakterlerin neyi neden yaptığını açıklamak öykünün ruhunu öldürüyor. Konu hakkında söylemeye değer bulduğum her şeyi metinde yazmış veya sezdirmişimdir.
Küçük yaşta adam olmak, büyük sorumluluklar almak, erken büyümek bu topraklara mı özgüdür, ne dersiniz?
Küçük yaşta büyümek zorunda bırakılmak, çocukluktan ödün vermek yalnızca bizim topraklarımıza özgü değil. Dünya üzerinde birçok coğrafyada, farklı koşullar altında benzer durumlar yaşanıyor. ‘Büyük Bir Adam’ öyküsünde anlatılan da aslında bir coğrafyanın değil; bir ruh hâlinin, zamansız sorumlulukların yarattığı sessiz bir kırılmanın evrensel hikâyesi.
Öykülerinizde sınıf farkına çokça da gönderme var. Yıllar önce izlediğimiz diziler, filmler de böyleydi. Öykülerimiz de hala bunu yansıtıyor. İnsan, gerçeğin bu haliyle nasıl barışık olabilir? Bu sınıfsal farklılıkta insanlar mutlu kalmayı nasıl başarabilir?
Mutlu kalmayı başarabileceğini düşünmüyorum. Sınıfsal uçurumların bu denli derin olduğu bir düzende bireysel mutluluk daima ayrıcalıklı bir kesimin lüksü olarak kalır. Öyküleri, filmleri, dizileri bir tarafa bırakalım; sokakta, trafikte, çarşıda, otobüste, ofiste her gün gördüğümüz gerçek insanların tükenmişliği bunu gösteriyor zaten. Bu düzenin içinde eşitsizliğe razı olup mutlu olmayı beklemek bir yanılsamadan ibaret. Gerçek dönüşüm, bireysel uyumlanma ile değil, sınıf bilincinin uyanması ile mümkün diye düşünüyorum.
BİREYSEL SAPMALARIN ARKASINDA TOPLUMSAL GERÇEKLİĞİN İZLERİ VAR
Kitabınızdaki ‘Beni de Seversin Şule’ adlı öykünüzde bir kahramanınız sosyal medyada bir başkasını takip ediyor. Takip ettiği kişi sayfasında herhangi bir şey paylaşmayınca üzülüyor, kaygılanıyor. Onun yaşadığını bilmek neden kahramanımıza yetmiyor? Günümüzde sosyal medya, insanı birazda ötekiler üzerinden mi var ediyor, ne dersiniz?
Evet, sosyal medya artık kendi başına bir gerçeklik alanı yarattı. O dünyada yalnızca çevrimiçi olmanız yetmiyor; görünür olmanız, paylaşmanız, etkileşime girmeniz gerekiyor ki varlığınız tamamlanabilsin. Ancak ’Beni de Seversin Şule’ adlı öyküdeki kahramanın durumu biraz farklı. Çünkü oradaki karakter bir fail. Sağlıklı sınırlar kuramayan, obsesif düşünce kalıplarına sıkışmış, gerçeklik algısı zedelenmiş biri. Takip ettiği kişinin hiçbir şey paylaşmamasından duyduğu kaygı, sadece bir merak ya da sıradan bir sosyal medya alışkanlığı değil; daha derin, patolojik bir yoksunluğun dışavurumu. O yüzden bu karakter üzerinden doğrudan sosyolojik bir yorum yapmak çok sağlıklı olmaz. Yine de bu bireysel sapmanın arkasında toplumsal gerçekliğin izlerini görmek de mümkün. Her ne kadar karakter uç bir örnek olsa da hepimizin bir ölçüde maruz kaldığı dijital yalnızlığın ve görünürlük baskısının karikatürleşmiş hâli gibi okunabilir.
