Y. HAKAN ERDEM / [email protected]
Ankara’da 2010 baharındaki, Cumhuriyet Dönemi’nde Türkiye’de Tarihçilik ve Tarih Yayıncılığı Sempozyumu’nda, Sayın Özer Ergenç, Tarih-Lenk kitabıma gönderme yaparak bana ilginç bir soru sormuştu: “Sayın Erdem, kitabınızda konu edindiğiniz sorunlar sadece Türkiye dâhilindeki tarih yazıcılığı için mi geçerlidir?” Tabii ki öyle olmadığını, benzer sorunların dışarıda üretilen metinler için de söz konusu olduğunu, Türkçe tarih metinlerini ele alışımın Türkiye kamuoyunu düşünerek yazmaktan kaynaklandığını söyledim ama Ergenç de sorusunda haksız sayılmazdı. İşin güzeli, yurtdışı literatürünü de eleştiriyoruz ama okunma oranları sınırlı ve erişimleri genelde kısıtlı olan akademik dergilerin bir köşeciğinde kalıyor bunlar.
Dolayısıyla Karar Kitap benden bir kitap değerlendirmesi istediğinde, Douglas A. Howard’ın, A History of the Ottoman Empire / Osmanlı İmparatorluğu Tarihi adlı çalışması için İngilizce yayımlanan inceleme yazım aklıma geldi. Üstelik günümüzde bu tür kitaplar Türkçeye aradan fazla bir vakit geçmeksizin çevriliyor. Kelimesi kelimesine değilse de çevirisinin büsbütün faydadan ari olmayacağını düşündüm. Başından sonuna kadar Osmanlı tarihini yazmak bir tarihçi için güç bir iş olmalıdır ve muhakkak ki öyledir. Böylesi bir çaba çeşitli nesillerden Osmanlı tarihçilerinin ve başkalarının geçmiş işlerine dayanmak ve sentetik bir özellik göstermek durumundadır çünkü tarihçinin bir anlamda risk alarak kendi dar uzmanlık alanı dışına çıkması gerekir. Söz konusu kitap bir ders kitabı olarak yazılınca da sorumluluk artar.
Howard’ın ‘yüksek lisans ve ileri sınıflardaki lisans dersleri’ için tasarlandığı açıkça söylenen kitabını pek çok tarihçi sevinçle karşıladı. Jane Hathaway “Bu, pek çoğumuzun beklediği Osmanlı tarihi ders kitabıdır”; Virginia Aksan “Bu güçlü anlatım sınıfta bir standart olmalıdır”; Linda Darling “Sonunda, özür dilemeksizin ve pişmanlık duymaksızın sınıfta önerilebilecek bir Osmanlı tarihimiz oldu”; Rudi Lindner “Bu kitabı öğrencilere zorunlu kılacağım” ve şimdi ABD’de olan sevgili eski öğrencim Vefa Erginbaş “Howard’ın kitabı Osmanlı tarihini öğreten bizler ile lisans ve yüksek lisans öğrencileri için yıllarca kullanılacak önemli bir alet kutusu olacaktır” dedi.
Ben de kitabın yaklaşımında ve tasarımında pek çok yenilikler görüyorum. Osmanlı dünya görüşünü aktarma amacında olan metindeki bütünsel yaklaşım yerindedir. Müzik, şiir, mizah, kültür hamiliği, yardımseverlik, mimari, dinî akımlar ve polemikler, halk ve seçkinlerin kültürüne bakışlar, kahvehaneler, kütüphaneler, hac, ekonomi, ticaret, Osmanlı hanedanına duyulan büyük saygı gibi konular gayet okunabilir bir şekilde sunulmuş. Başka toplumlardaki eşzamanlı gelişmelerin verilmesi ve karşılaştırmalar yapılması öğrencilerin de genel okuyucunun da büyük, bütünsel bir resim görebilmesini sağlıyor.
Maalesef, kitapta o kadar çok yanlış var ki bu hâliyle nasıl olup da ders kitabı olarak kullanılacağı hususunda şüphelere düşmemek elde değil. Howard, Osmanlı tarihçisi Âşık Paşazâde’nin “İki asır önceki Moğol karşıtı ayaklanmanın önderi olan sufinin, Baba İlyas’ın” soyundan geldiğini söylüyor (s.45). Onun, bu soydan geldiği doğrudur tabii ama 1240’ta Selçuklulara karşı olan ve Moğollar Anadolu’ya gelmeden önce vuku bulan bu ayaklanmanın Moğol karşıtlığıyla bir ilgisi yoktu! Yazar, ayrıca Âşık Paşazâde’ye, Osmanlı hanedanına Kayı kökenleri atfettiriyor (s.45), fakat o, eserinin hiçbir yerinde Kayı’yı Osmanlıların atası olarak göstermemiş, bilakis, Osmanlıların soyunu Kayı’nın babası olan efsanevî Gün Han’a değil, Gök Han’a bağlamıştır.
Daha dünyevî Osmanlılara ilişkin karışıklıklar da mebzuldür. 1596’da sefere çıkan Osmanlı sultanı III. Murad değil, oğlu III. Mehmed’tir (s.137). Howard, Lehistan seferine çıktığında, II. Osman için, “En büyük oğlunu idam ettirmek istedi. Şeyhülislam fetva vermeği reddetti ama Osman daha düşük rütbeli ulemadan belgeyi aldı ve iş yapıldı. Daha küçük olan oğullarına zarar gelmedi” (s.145) diyor. II. Osman’ın kendisi o sırada ancak 18 yaşındaydı ve oğlu yoktu. Gerçekte idam edilen ise kardeşi Şehzâde Mehmed idi. Yazar, yine, “IV Murad 1640’ta öldüğünde hanedanın devamı tehlikeye girdi. Üç oğlunu idam ettirmiş olduğu için -ikisini Revan seferinde (1635), üçüncüsünü de Bağdat seferinde (1638)- yerine dengesiz kardeşi İbrahim geçti” (s.167) diyor. IV. Murad’ın hiç oğlu yoktu. Bayezid ve Süleyman adlı iki kardeşini 1635’te, Kasım’ı ise 1638’de idam ettirmiştir. İbrahim’in sağ bırakılması ise tam aksine, hanedanın devamını sağlamak kaygısından ileri gelmişti. Üzerlerine herhangi bir tez bina edilmediği için bu denli vahim olmayan başka karışıklıklar da var: Mesela, Sultan Abdülaziz, II. Mahmud’un torunu değil (s.247) küçük oğluydu.
Yazar daha yakın dönem Osmanlı tarihine ve Osmanlı modernleşmesi sorunlarına girdikçe hatalar da çoğalıyor. Mesela, 1807’de III. Selim döneminin sonunu tartışırken ileri sürüyor ki “Yeniçeri isyancıları sadrazamı ve pek çok görevliyi suikastla öldürdüler” (s. 236). Aynı şekilde, İttihatçıların Bâb-ı Ali baskınını tartışırken, “İsmail Enver ve diğerleri kabine toplantısına daldılar, sadrazamı öldürdüler ve yerine Mahmud Şevket Paşa’yı getirdiler” (s.300). Gerçekte, her iki vakada da öldürülen bir sadrazam yoktu. IV. Mustafa, İbrahim Hilmi Paşa’yı sadece azletmişti. 1913’te öldürülen de Sadrazam Kâmil Paşa değil, Harbiye Nazırı Nazım Paşa’ydı.
Alemdar faslı da ilginçtir. Howard, Alemdar’a, herhâlde 1807’de olacak, bir nev’i düzeni tesis ettirdikten sonra, IV Mustafa tarafından sadrazam yapılmadı diye kızgınlık içinde İstanbul’u terk ettirerek Rusçuk’a döndürüyor ve daha sonra, 1808 yazında “Bu kez IV. Mustafa’yı indirmek ve Selim’i tahta iade etmek için” “tekrar” payitahta yürütüyor (s.337). Bunlar benim ve herhâlde dünyanın her tarafındaki Osmanlı tarihçileri için yeni bilgilerdir (!)
Yazar, yeniçerilerin 1826’daki ilgası gibi çok önemli bir olayı bile yanlış anlatmayı beceriyor. Bu duyulup işitilmemiş anlatıma göre, II. Mahmud, Galip Paşa’yı sadrazam yapmış, ‘müsait bir şeyhülislam’ atamış ve “üç yıl içinde yedi yeniçeri ağası değiştirivererek daha yumuşak birini” aramış. “Kimseyi bulamayınca saldırdı” diyor yazarımız (s.243). II. Mahmud’un uzun bir zamandır yeniçerileri kaldırmayı planladığı doğru olmakla birlikte, harekete geçmesini yumuşak bir yeniçeri ağası bulamamasına bağlamak yanlış olur. Mahmud döneminin yüksek rütbeli memurlarından biri ve eski yeniçeri ağalarından olan Ağa Hüseyin Paşa padişaha son derece sadık olduğu gibi son yeniçeri ağası Celaleddin Ağa da öyleydi. Bu bir yana, Howard’ın olayı anlatımı çok yenilikçidir: “Mayıs 1826’da, Şeyhülislamın makamındaki bir toplantıda Galip Paşa açık açık yeniçerilerin ilgasını ilan etti. Onların safları arasından yepyeni bir ordu yaratılacaktı” (s. 243). Devamı da daha az ilgi çekici değil: “Sadrazamın beyanından iki hafta sonra yeniçerilerin maaş gününde, hazine eski esâmeleri ödemeyecekti. Kavgalar çıktı ve askerler barikatlar kurarak kışlalarına kapandılar. Mahmud, binayı top atışıyla toz edip ezdi ve temeline kadar yakarak içindeki herkesi öldürdü” (s.243).
Howard’ın kaynakları ona her şeyin gerçekten de böyle cereyan ettiğini mi söylemiş? Yeniçerileri ilga etmek sadrazamın ilanıyla olacak kadar kolay bir iş miymiş? Nasıl oluyor da yeniçeriler, ilga edileceklerini öğrendikten sonra iki hafta ses çıkarmamış ve ancak hazinenin ödeme yapmayacağını öğrendikten sonra meydana dökülmüşler? Howard’ın bir kitap satıcısı sandığı (s.239) vakanüvis Esad Efendi veya herhangi başka bir kaynak bu hususta bize bambaşka bir hikâye anlatır. Şeyhülislâmın konağında 25 Mayıs 1826’da hakikaten de bir toplantı oldu ve yeni Eşkinci ocağının kurulmasına karar verildi. Yeni askerler yeniçeri ortalarından seçilecekti ama açık veya gizli, yeniçeri ocağının kaldırılacağı yolunda kimse bir şey söylemedi. Böylece II. Mahmud, yeniçerilere 1808’de onlardan başka bir ordu oluşturmayacağı yolunda verdiği sözü tutmuş olacaktı. Bütün dava zaten yeniçerileri resmen ilga etmeksizin nasıl yeni bir ordu kurulabileceği fikri etrafında dönüyordu.
Yeni askerler Haziran 1826’da talime başladı ve aslında, sadece iki günlük talim sonunda ‘ayaklananlar’ da yeniçeri değil eşkinci askeriydi. Talimi reddeden eşkinciler yeniçeri kışlalarına sığındı. Olaylar 14 Haziran gecesi büyüdü. Ertesi gün hükûmet bütün yeniçeri ocağını “asi” ilan etti. Yeniçeri ocağı, ulemayı, diğer kapıkulu ocaklarını ve İstanbul halkını içeren büyük bir ittifakın oluşturulması sonucu ilga edildi. Ocakları ilga edilmiş olan yeniçerilerin herhangi bir maaş davası çıkarması söz konusu değildi! Bu arada, bu ilgayı iki hafta öncesinden açıkladığı iddia edilen sadrazam da, Aralık 1823-Eylül 1824 arasında görev yaptığı için zaten Galip Paşa olamazdı. Bu kişi tabii ki Benderli Selim Mehmed Paşa’ydı.
Velhasıl, bazıları o kısmın yeniden yazılmasını gerektirecek kadar önemli bazıları daha zararsız olan pek çok hata var. Daha ciddî bir eleştiri olarak çeşitli önemli konuların üstünkörü geçiştirilmesinin Howard’ın çalışmasının bir ders kitabı olarak değerini biraz daha düşürdüğünü söyleyebilirim. Mesela, 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanı’ndan şöyle bir bahsediliyor. Genç Osmanlı hareketinden ve onların Tanzimat oligarşisine muhalefetinden, Osmanlı İmparatorluğu’nda anayasalcılıktan herhangi bir bahis olmadığı gibi 1876 Kanun-ı Esasî’si de neredeyse hiç tartışılmamış.
Usuldendir, bu kitabın da okuyucuya rehberlik etmek ve kolaylık sağlamak amacıyla eklenmiş bir bibliyografyası var. Böylesine devasa bir konunun kaynakçasının tabii ki çok seçici olması beklenilir. Yine de bu seçimin arkasındaki mantığı anladığımı söyleyemeyeceğim. Bu bibliyografyada yazarın danışmadığı ve kullanmadığı pek çok kitap boy gösterirken, anlattığı konular açısından çok faydalı olabilecek pek çok kitap hiç yok. Mesela, A. D. Alderson’ın, The Structure of the Ottoman Dynasty veya Mert Sunar’ın yeniçeriler üzerine olan monografisi, Cauldron of Dissent: A Study of the Janissary Corps, 1807-1826 faydalı olmaz mıydı?
Son bir söz de Cambridge Üniversitesi Yayınevi’ne. Bu kadar iddialı ve bu kapsamda olan bir kitap saygın bir akademik yayınevinden daha fazla ilgi görmeyi hak ediyor. İçeriden veya dışarıdan yapılacak daha dikkatli bir okuma bazı hataların önüne geçebilir ve yazarı epeyce bir eleştiriden kurtarabilirdi. Bu dediğim ana metnin dışı için de geçerli. Kitabın kapak görseli arka kapakta “Sultan III. Süleyman’ın tahta çıkış töreni, 1789 civarı, Konstantin Kapıdağlı” şeklinde açıklanmış. Tabii ki Fetret Devri’ndeki Emir Süleyman’ı I. Süleyman, dolayısıyla Kanuni’yi de II. Süleyman olarak gören bir Avrupa geleneği var. Bu da II. Süleyman’ı III. yapar ama II. / III. Süleyman 1687-1691 arasında saltanat sürdüğüne göre buradaki resim ona ait değil. Tabii ki bu III. Selim’dir.

A History of the Ottoman Empire
Douglas A. Howard
Cambridge University Press
450 sayfa / 27.99 euro
