Seyahatname okumanın en güzel yanı, eğer yazarımız gittiği yer ile ilgili bir ön yargıya sahip değilse, gidilen bölgeye dair birinci ağızdan, samimi cümleler okumamızdır. Öğretme amacı dikte etmeyen seyahat metinleri, okurla yazarı birlikte bu yolculuğa davet eder, okur bilmediği sokaklarda, caddelerde meraklı gözlerle etrafa bakınarak, yazarın cümleleriyle gezer, onun gözleriyle etrafa bakınır.
Yakın zamanlarda bir seyahatname okudum. “Bir Türk Kızının Amerika Yolculuğu.” Vakıfbank Kültür Yayınları arasından çıkan kitabın kapağında iki isim var: Faik Sabri ve Lütfiye Duran. Lakin kitabımızın esas yazarı Lütfiye Hanım. Kitabımız ilk olarak 1935 yılında Akşam Matbaası tarafından neşredilmiş. Kitapta seyahate çıkan ve notları alan Lütfiye Hanım’dır. Kitabın başında Faik Sabri Bey, seyahatnamenin ortaya çıkış öyküsünü anlatıp, sahneyi kızının cümlelerine bırakıyor.
Kitabımızda ismi geçen Dr. Cosette Faust Newton, Amerika’nın çeşitli üniversitelerinde 12 diploma almış, tıp, hukuk, felsefe ve edebiyat doktoru. Ülkesinde oldukça tanınmış birisi. Türkiye ziyaretinin ardından Amerika’ya dönerken ülkemizde kendisine refakat eden ve bundan memnun kaldığı Lütfiye Hanım’ı da yanında götürmek istiyor. Babası da kızının gezip gördüğü yerleri not alması ve bunları kendisiyle paylaşması karşılığında bu seyahate izin veriyor ve kahramanımız yenidünyaya deniz yolculuğu ile yelken açıyor.
YÜKSEK BİNALAR, HIZLI ARABALAR
Uzun süren bir yolculuğun ardından yazarımızın ilk dikkat çektiği unsur, tahmin edileceği gibi yüksek binalar ve hayatın hızı. Evet, 1930’larda da hayat Amerika’da gayet hızlıymış. “Yoksa bir devler şehri mi? Şurada burada sıkışmış kalmış sekiz katlı binalar; o kırk elli, yetmiş seksen katlılar arasında unutulmuş birer çocuk oyuncağını andırıyor. Kiliseler var ki çan kuleleri, yanlarında binaların ayakları dibinde kalmış.” S. 73. Yazar sadece insanların hızından bahsetmiyor, “Ekspresler 30’uncu, 40’ıncı yahut 50’nci kata kadar bir yere uğramadan çıkıyorlar. İçine 22 kişi sığan bu asansörlerin hızına da diyecek yok. Bunların sürati saniyede 6 metre imiş, saatte 21 kilometre demek...” s 85, diyerek teknolojik hıza da dikkat çekiyor. Pekiyi, XX. yüzyılın başlarında neden bu kadar yüksek binalar yapmış Amerikalılar. Yazar da bunu kibir üzerinden açıklıyor. Her şeyin en büyüğü, en azametlisi, en olmazı bizde olmalı, düşüncesinden hareket edildiğini belirtiyor ve yüksek binalar yapımında mimarlar arasında yarış yapıldığını belirtiyor. Yazarın dikkatini çeken bir diğer farklılık da Amerika’da arabanın o tarihlerde yaygın olması. Chrysler fabrikasını, Ford sergisini gezen yazar, ortadan ikiye ayrılan köprüler, katlı otoparklar, pek çok otopark ve garaja göre ayarlanmış yollar karşısında şaşkınlığını gizlemiyor.
Bunlarla birlikte yazar, günlük hayatın pratiklerindeki kolaylığı da babası vesilesi ile Türk okurlarıyla paylaşmış: Lavabolarda bulunan kâğıt havlular, sıcak hava üfleyen makineler, otobüs istasyonlarında yolculara kiralanan dolaplar, yine bu yolculuklarda yatak haline gelen koltuklar, insanların bireysel olarak aktif kullandığı telefonlar, insanların küçük isteklerini yerine getiren robotlar… Tabii, bu satırları ülkemizin o dönemki şartları üzerinden okumaya çalıştığımızda aradaki önemli farklılık dikkat çekmekte. Bu farklılık sadece teknolojik alanda değil. Yazarın belirttiğine göre Amerika’da basılan kitap sayısı, o tarihlerde 110 milyondan fazla. Normal kitapevlerinin yaygınlığı ile gece yarılarına kadar açık kalan kitapevlerinden, kütüphanelerden, sinema ve tiyatronun cazibesinden, insanların konferanslara gösterdiği büyük ilgiden de bahsediyor.
HAYDUTLAR VE HIRSIZLAR SERGİSİ
Buraya kadar bakınca Lütfiye Hanım’dan bir Amerika güzellemesi okuduğunuzu düşünebilirsiniz. Ama hayır, yazarımız Amerika’nın karanlık tarafından bahsetmeyi ihmal etmiyor. Lütfiye Hanım, Şikago’da bakıldığında bugün bile bize ilginç gelecek bir sergiye gidiyor: Haydutlar ve Hırsızlar Sergisi. “Şikago’da hırsızlığı, yankesiciliği, haydutluğu kendine iş edinmiş 50 bin adam varmış. Bunların fotoğrafları, parmak izleri polis dosyalarında sıraya konmuş. Bu haydutlara polisin gözü her zaman üzerlerinde olduğunu göstermek ve onları halka da tanıtmak için bu sergiyi kurmuşlar.” S.155 Bu sergi dolayısıyla çok sayıda hırsızın yakalandığını ekliyor.
Kitabı derleyen Ahmet Duran Arslan hocamızın önsözünde belirttiği gibi Lütfiye Hanım, kitap boyunca kendini “hür bir seyyah” olarak okura sunma gayretinde. Amerika’da bazı erkeklerin kendisine gösterdiği pozitif ayrımcılıktan memnun kalmıyor ve bunu da cesurca belirtiyor. Lütfiye Duran’ın kaleme aldığı “Bir Türk Kızının Amerika Yolculuğu” adlı kitap Amerika’nın 1930’lu yıllarına ışık tutuyor. Vakıfbank Kültür Yayınları arasından çıkan eseri dönemin Türkiye’si ile karşılaştırarak okumak, bence okura önemli bir zenginlik kazandıracaktır.
KAPİTALİZMİN DOĞDUĞU TOPRAKLARIN HALET-İ RUHİYESİ
Lütfiye Hanım, Amerika’da gördüğü zenginliği, bunların insan hayatına etkisini ve psikolojisine yansımasını ise sanki bugünleri anlatarak ifade etmiş: “Amerikalı para kazanmasını sever, önce bu bir uğraşma ve didinme işidir. Sonra bu girişimler adeta meraklı bir kumar sayılır. Ya çok kazanırsınız ya batar gidersiniz. Amerikalı böyle uğraşmalardan çok hoşlanır. Bundan sonra Amerikalı lüks hayat yaşamasını sever, bütün ömrünü iki yakamı bir araya getireceğim diye çekişerek geçirmeyi istemez, bol para kazanıp iyi yaşamayı daha anlamlı bulur,” S 229. diyerek kapitalizmin doğup büyüdüğü toprakların halet-i ruhiyesini bizimle paylaşıyor.
