Osmanlı'nın zarafeti İstanbul'dan gitti

Osmanlı'nın zarafeti İstanbul'dan gitti

İstanbul'un yeni sakinlerini anlattığı 'Her Zerre Kara' romanı Doğan Kitap tarafından okura sunulan Özen Yula "Eski İstanbul’un zarafeti ve kadirşinaslığı gitti. Hayatın incelikleri gitti. Yatay ufku bile gökdelenlerle tacize uğrayan kadim bir şehrin siluetinden söz ediyoruz artık. Osmanlı geçmişi, ‘zarafeti, zanaatı ve sanatı' üzerinden değil de ‘fetihleri ve debdebesi' üzerinden okunmaya elverişli duruyor günümüzde. Durum böyle olunca da sonuç böyle" dedi.

ZEYNEP DELAV | İSTANBUL

On iki yıl aradan sonra Özen Yula’nın kaleminden yeni bir İstanbul hikâyesi okuyoruz. Yeni ve bir o kadar da sancılı bir dönemi işaret eden roman, anlattıklarıyla, karakterleriyle fırtınanın içinden geçerek okurla buluşuyor. Kendisiyle KARAR okurları için Doğan Kitap tarafından geçtiğimiz günlerde okura sunulan 'Her Zerre Kara'yı konuştuk.

Öncelikle sormak isterim 12 yıldır nerelerdeydiniz? Neler yaptınız, iyi misiniz?

On iki yıl daha çok yönetmenlikle uğraştım, uluslararası birtakım projelerde yer aldım. Türkiye’de de oyunlar ve müzikli gösteriler sahneledim. Daha çok tiyatroyla ve kendimi yetiştirmekle uğraştım. Okudum, izledim, dinledim. Arada da henüz meydana çıkarmadığım bazı tiyatro oyunları yazdım. Gayet iyiyim yani.

Her Zerre Kara, sosyolojik olarak kapitalizmin kurmaca üzerinden tarifini yapıyor adeta. Asıl amacınız bu muydu? Yoksa bu tarif kendiliğinden mi ortaya çıktı?

Edebiyat sosyolojik, antropolojik ve psikolojik olanın kesişme noktasındaki söz ve anlatı hünerleridir zaten. Dolayısıyla baştan öyle bir amaçla yola çıkılmadıysa da yol üzerindeki duraklar hep aynı yeri işaret edince böyle bir sonuç çıkmış oldu. Kapitalizm nasıl anlatılır’dan ziyade benim muradım yeni bir varoluş biçimini anlamaya çalışmak.

Roman karakterlerinizde kimse kimseden daha az suçlu ya da günahkar değil. Her iyinin içinde bir kötü, her kötünün içinde de bir iyi var aslında. İnsan zaten böyle bir varlık mı, yoksa bu şimdilerin yeni insan tanımı mı?

İnsan en temelinde öyle bir varlık. İyi ya da kötüyü seçme yetisi var insanın. Onu da canı isterse yapıyor ya da hangisi kolaysa onu tercih ediyor. Kötülük en kolay, insanın yolunu en çok açan durum. İnsanın o tarafa geçmesi çok basit. Bugün, iyi biri olmak çok zor zaten. Öyle bir an geliyor ki iyilik sınırlı kalıyor. Eski insan kavramını tanımlayamazken yenisini tanımlamak daha zor. Yeni insan tanımı daha ziyade şöyle sanırım: yarı mekanik olmaya doğru giden ve bunun uğrunda da insanı insan kılan 5 duyuyu ve değerleri sınırlayan yeni bir varlık biçimi. İyi mi kötü mü bilemem; ama belki de evrimleşmenin ve yeni bir çağa uyumlanmanın farklı bir basamağındayız.

ROMANDA BİZE HAS ‘YEKPÂRE BİR AN’ ALGISI KULLANDIM

Her Zerre Kara’yı okudukça gözümüzde bizim caddenin girişindeki spor salonu, yanından sürekli vurup geçtiğimiz minik tezgahta veya mukavva kağıt üzerine dizdiği şeyleri satan küçük çocuklar, değişik isimli kahveler yapan kafeler canlanıyor. Ancak, bizim için sıradan olan kişiler, mekanlar içine girince değişiyor. Bu şimdilerde herkes için normal olarak kabul gören, kanıksanan yeni İstanbul eski İstanbul’un en çok nesini zedeliyor? İstemsizce neleri es geçiyoruz?

Eski İstanbul’un zarafeti ve kadirşinaslığı gitti. Hayatın incelikleri gitti. Bunu nostaljik bir yerden söylemiyorum. En net biçimde, gerçekçi bir bakış açısından söylüyorum. Bunun siyasi erkle filan bir alakası da yok. Dünyada her yerde incelikler ve ayrıntılar gözden kaçırıldı bilinçli olarak. Zaman hep bir işi verilen sürede tamamlama ve bitirmeye endeksli bir algı olarak yerleştirildi. Bu da Kapitalizmin hem Doğuya hem Batıya hem de Uzakdoğu’ya yerleştirdiği bir zaman algısı oldu. Ne yazık ki diyeceğim bu durumda. Ben Her Zerre Kara’da bütün okumayı bize has ‘yekpâre bir ân’ algısı üzerinden yapmayı tercih ettim. Yatay ufku bile gökdelenlerle tacize uğrayan kadim bir şehrin siluetinden söz ediyoruz artık. Bunun kimseyi rahatsız etmemesi de gayet doğal. Çünkü içine dışarıdan geldikleri şehri bu hâle getiren insanların, bu şehrin mazisi, tarihsel gelişim evreleri ile ilgili bir estetik, etik, analitik kaygısı ve bilgisi yok gibi görülüyor. Osmanlı geçmişi, ‘zarafeti, zanaatı ve sanatı’ üzerinden değil de ‘fetihleri ve debdebesi’ üzerinden okunmaya elverişli duruyor günümüzde. Durum böyle olunca da sonuç böyle görülüyor.

'Aynen', 'sıkıntı yok' kelimelerinden oldukça muzdarip hâldeyiz. Fakat yadırgamıyoruz da... Sizce tıpkı bu cümlelere alıştığımız gibi bütün şehirdeki debdebeye de alışıyor muyuz? Siz alışmamak için neler yapıyorsunuz?

Şehrin devamlı gürültüsü ve Boğaziçi’nin devamlı uğultusu içinde bütün sesler rüzgâra karışıyor hâliyle. Bu cümleler de, şehrin yeni hâlleri de alıştırıyor kendisine. Çünkü insan alışan bir varlık. Ancak unutarak ve alışarak yaşamak mümkün günümüzde. Diğer türlü, kabuk tutmuş yaranın kabuğunu kazıyarak yaşamak iyi değil. Kişisel olarak benim tercihim daha rafine kalabilmiş İstanbul semtlerinde gezinmek, kendi semtimin huzurunda kalmak, seçtiğim ailem olan kişilerle beraber hoşça vakit geçirmek ya da beraber sıkılmak. Ama bunu şehrin diğer taraflarını da, karanlığını da, izbelerini de bilerek ve benim içinde olduğum duruma şükrederek yapabilirim ancak.

Son olarak, Konstantinopolis şimdiki İstanbul’a neler söylerdi?

“Bak gördün mü dünya sana da kalmadı!” derdi sanırım.

01-002.jpg

280 Sayfa/30 TL

Öne Çıkanlar
YORUMLAR (1)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
1 Yorum
Diğer Haberler
Son Dakika Haberleri
KARAR.COM’DAN