Tarık Buğra’nın ‘Firavun İmanı’nda gördüğü tarih

Kurt Kanunu” ile “Firavun İmanı”nı (Kervan Yay., İst. 1976) peş peşe okudum. Önce şunu söylemeliyim: Tarihî bir olayı anlatmada roman türünün imkânları tarih bilimine göre daha çok ve daha etkili… Çünkü tarihçi belgeye mahkûm ve mecbur, belgeyi tâbi olmak zorunda, belge yoksa konuşamaz. Ayrıca hayat ve insan, belgelerde daima eksik ve ruhsuzdur, vakanın arkasındaki ihtirasları, arzuları, endişeleri, korkuları belgelerde bulamazsınız. Oysa roman tam da belgenin boş bıraktığı yerdedir; hatta belgelerin cevap veremediği, bittiği yerde… Romancı, sanatın diriltici nefesiyle geçmişte olup bitmiş vakalara can ve ruh verir. Evet, her vakanın arkasında onu meydana getiren bir ruh vardır ve bir vaka ancak o ruhla birlikte kavranabilir.

“Firavun İmanı” ilginç ve önemli bir roman. Neden ilginç ve önemli, ona sonra değineceğim. Ama önce şunu belirteyim; edebî açıdan pek başarılı değil. Birinci eksiği çok parçalı oluşu. Yazar, çoğu kez bir olayı anlatırken, âniden başka bir olaya veya kişiye geçiyor; meselâ Zile isyanını anlatırken, Ali Yusuf’un geçmişine uzun bir bölüm ayırıyor, bu arada Zile isyanı âdeta unutuluyor, sonra esere bir ara Hüseyin Sadi diye bir kişi katılıyor (s. 141), ardından Küçük Ağa ve Çolak Salih görünüp kayboluyorlar, son bölümde Hüseyin Avni’nin İzmir suikastı sebebiyle yargılandığını görüyoruz vb… Hâsılı Buğra, romanda parçaları dengeli bir biçimde birbirine bağlayıp bir bütün hâline getiremiyor. İkincisi, anlatıcının didaktik dili ve yorumları, hayatın, vakanın ve şahısların önüne geçiyor. Bundan dolayı roman kahramanları genelde tutuk ve kekeme, bir türlü canlanamıyor, hareket edemiyor ve tabiî olamıyorlar. Ve dil bir türlü yazarın otoritesinden kurtulup özgürce akan tabiî bir edebî dile dönüşemiyor.

Bütün bunlara rağmen “Firavun İmanı” ilginç ve önemli bir roman. Onu önemli kılan, tartışmalı ve üstü örtülü yılları; Birinci Meclis döneminde Ankara’da başlayan iktidar çatışmalarını, bu çerçevede özellikle Âkif ve arkadaşlarının -Mehmet Âkif, Hüseyin Avni Ulaş, Hasan Basri Çantay vs.- tasfiye sürecini ele alması. Buğra eserinde belgelerin boş bıraktığı yerleri dolduruyor ve satır aralarında kısık bir sesle de olsa, meselâ “Sakarya zaferinden sonra Ankara büsbütün kalabalıklaşmış, (…) güvenilmeyecek, hatta tiksinilecek adamlar sahnede boy göstermeye başlamıştı.” (s. 171) cümlesinden de anlaşılacağı üzere, Meclis’te Ali Yusuf gibi yabancı ülkelere çalışan, çıkarcı, kurnaz, milletin değerlerine zıt, Ankara’nın inşa sürecinde kesesini doldurmaktan başka bir şey düşünmeyen tiplerin türediğini, bunların Gazi’nin çevresini dahi sardıklarını, türlü ayak oyunlarıyla vatanseverleri saf dışı bırakmaya çalıştıklarını “zafer sonrası için bir zümre diktatörlüğü[ne]…” (s. 177) hazırlandıklarını iddia ediyor. Bu bağlamda romanda Hüseyin Avni’nin İzmir suikastı sebebiyle yargılanmasının anlatıldığı bölüm, Buğra’nın tarihe verili olanın dışında, sorgulayıcı bir şekilde baktığının en dikkat çekici örneğidir.

Başta söylediğime döneyim. Tarih söz konusu olduğunda gerçek sanatkâr, belgenin boş bıraktığını, ötesini görebilendir. Kemal Tahir’in bu konuda gözleri keskin, Tarık Buğra da öyle. Birinci Meclis yıllarındaki iktidar çatışmasını, Âkif ve arkadaşlarının saf dışı bırakılma sürecini verili olanın dışında, farklı bir bakışla okumak isteyenler için “Firavun İmanı” önemli bir eser. Romanı okuduğumda Âkif’in hangi ruh hâli içinde çekilip Mısır’a gitmeye karar verdiğini anladım.

Eserde Hasan Basri, kendi kendine “Zafer sonrası Türkiye’yi bekleyen kader neydi?” (s. 139) diye sorar ve Hüseyin Avni bir başka yerde “Asıl savaş galiba savaştan sonra başlayacak” (s. 172) der. “Firavun İmanı” bu sorusuyla değerlidir…

YORUMLAR (13)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
13 Yorum