Bu bir cüret…
2013 sonbaharında, “Akil Adam” grupları, bölgeleriyle ilgili raporları yazmak üzere toplanıyorlardı. Deniz Ülke Arıboğan, Mithat Sancar, Hayrettin Karaman, Yücel Sayman, Levent Korkut, Orhan Gençebay, Hüyla Koçyiğit ve benim oluşturduğumuz Marmara Grubu da bu istikamette bir, iki toplantı yaptı.
Gruptaki farklı eğilimler, meşrepler, hassasiyetler arasında, Kürt meselesi, çözüm fikri, raporun özü konusunda bir ayrışma yoktu.
Grup başka meselelerde, özellikle şu iki konuda sorun yaşadı: Aleviler ve LGBT bireyler…
Marmara Grubu zaman zaman küçük heyetlere bölünmüş, bölgedeki farklı toplumsal kesimler gibi bu gruplarla da görüşülmüştü ve bunların görüşlerinin ortak rapora yansıtılması gerekiyordu.
Hayrettin Karaman Hoca, bu grupların varlığı ve tanımında ciddi itirazlara sahipti. Alevi tanımı meselesini sanırım, biraz ortalayarak aştık.
Ancak toplumsal cinsiyet ve eşcinsellik aşılmaz bir sorun oluşturdu. Hoca, toplumsal cinsiyet, cinsel yönelimler, hatta tercihler ifadesini bile duymak istemiyordu.
Bu ve benzeri nedenlerle Marmara Grubu’nun ortak metni kısa ve genel oldu. Grubun her bir üyesi ayrı raporlar yazdı.
Farklı metinler hükümete iletildi.
Bu muhafazakar veya dindar hassasiyet, o günlerde, henüz siyasileşmemişti.
Bunun bir nedeni, farklı kimlik ve eğilimleri, kabul ya da tahammül fikrinin o dönemin havasını oluşturmasıydı. Diğer ifadeyle dönemin “siyasi doğru”su, bir kimliğin hakimiyeti değil, farklı kimlikler arasında hak sahibi ve özgür bir toplumsal kategori veya kimlik olmak, diğerleriyle iç içe ortak alan kurmak olarak kabul ediliyordu.
Nitekim, toplumsal cinsiyet kavramının altını çizen, İstanbul Sözleşmesi, 2011 yılında, AK Parti tarafından, bu iklimde, imzalandı.
10 yıl sonra, bugün, aynı siyasi parti, sözleşmeden ülkenin imzasını çekti.
Gerekçe sözleşmenin dinin ve milli değerleriyle çelişmesiydi. Derin gerekçe ise, toplumsal cinsiyet kavramı, bu kavram üzerinden LGBT propangadası yapıldığı iddiasıydı.
Son iktidar eyleminin anlamı açık: Bugün ülkeyi yönetenlere hakim fikir, tek kimlik, tek değer, tek grup hakimiyeti üzerine kurulu.
Bir anlamda ve bir açıdan ortada, son 10 yılın Türkiye, daha doğrusu AK Parti öyküsü bulunuyor.
Ancak burada vurgulanması gereken asıl husus, kimlikçi tutumun rahatlığı ve özgüveniyle ilgilidir.
AK Parti’nin mikro siyasi alanda, kadın, beden, aile, ilişki, ahlak meselelerinde, Hayrettin Hoca’nın da temsil ettiği tutucu tavrı yeni değil.
Özellikle 2013 sonundan, Gezi olayları ve Arap Baharı’ndan gelen rüzgarın da etkisiyle, ahlak meselesi siyasileşme, kimlilikçi söylem ise yükselme eğilimi göstermişti. Erdoğan’ın öğrencilerin ortak daire kiralaması ve içki yasağı konusundaki sözlerinin tahkir edici, irkiltici yanları, kamusal alanı kendi değer sistemiyle donatacağına yönelik iddiaları hala kulağımdadır. AK Parti’ye muhazafakar olmayan kesimlerden gelen destek, o günlerde hem Gezi olayları hem bu kimlikçi çıkışları nedeniyle erimeye başlamıştı.
Bugün AK Parti otoritarizmi, geldiği noktada, “mutlak iktidar” ve “tek değer” ikilisiyle, tarihin malum en sert örnekleri arasında yer almaktadır.
Bu, bir cürettir, insana, özgürlüğe, akla bir meydan okumadır.
BBC Türkçe internet sitesi, “İstanbul Sözleşmesi kadınları nasıl koruyor?” başlıklı haberinde, bu sözleşmeyi gayet iyi özetlemiş.
Biz de onu kısaca özetliyelim:
İstanbul Sözleşmesi’nin üç hedefi vardı: 1.Kadınların her türlü şiddet ve ayrımcılıktan korunması. 2. Kadınlarla erkekler arasında eşitliğin yaygınlaştırılması. 3. Bu amaçlar için kapsamlı politika ve önlemler tasarlanması…
Bu tutum belgesiydi.
Bir ibaresi şuydu sözleşmenin:
“Kadına karşı şiddetin, kadınlarla erkekler arasında tarihten gelen eşit olmayan güç ilişkilerinin bir tezahürü olduğunu ve bu eşit olmayan güç ilişkilerinin, erkeklerin kadınlara üstünlüğüne, kadınlara karşı ayrımcılık yapmalarına ve kadınların tam anlamıyla ilerlemelerinin engellenmesine yol açtığının bilincinde olarak…”
AK Parti, buna karşı da tutum aldı.
Gelinen nokta budur…